23 Kasım 2014 Pazar

Öğretmen olmak



Hayatın hemen her alanında eğitimin öneminden bahsedildiğini duyarız. Çünkü insanlık tarihi, yazı ile başlamıştır. Ve illaki yazıyı icat edip öğreten birileri olmuştur.

Öğretmek için önce öğrenmek, sonra her hücremize bilgileri işlemek gerekir. Çünkü biliriz ki öğretmek, büyük bir sorumluluktur. Her öğretmen idealisttir. Her öğretmen, özverili... Nice öğretmen arkadaşlarım vardır ki çocuğunu ya da eşini hasta yatağında bırakmış, görevinin başına koşmuştur.

Öğrenmek hayat boyudur, hevesi geçmeyecek bir olgudur ya, öğretme zamanı gelmişse fazla bekletmek de olmaz artık. Çünkü elimizde işlenecek nice güzel dimağlar vardır. Seçtiğimiz binbir renkteki ipliklerle öğrencileri dokumaya başlarız. Pek çok kez yanlış düğüm de atsak, bu olmayacak deyip vazgeçer gibi de olsak, inatla dokumaya devam ederiz. Biliriz ki, özveri ile sabır hep yan yana anılır.

Bu arada, tomurcuk açmış kalplere de dokunuruz. Çünkü biliriz ki, her çocuk biz ona dokundukça başka renk, başka bir ahenge bürünür. Bizler, öğrenme sevgisini kalplere öyle bir işleriz ki, attığımız her bir sağlam düğüm, ülkemizin geleceğini bir o kadar aydınlatır.

Öğretmenliğin özünde sevgi vardır. Sevgiyle yoğurarak, öğrenciyi şekillendirmek ise sanattır. Öğretmenlik zor, bir o kadar da muhteşem bir zanaat. Düşünsenize, bir heykeltraşın taşa, çamura şekil vermesi gibi tazecik dimağlara şekil veriyorsunuz. Ve bundan muazzam bir zevk alıyorsunuz.

Peki ya siz, öğretmenlerin öğrencilerine ders anlatırken ki çoşkusunu ve gözlerindeki parıltıya hiç dikkat ettiniz mi? Ya da bir öğrencinin öğretmenine sarılmasından, öğretmenin duyduğu mutluluğu canlandırabiliyor musunuz? Yolda rastladığımız eski bir öğretmenimize, duyduğumuz heyecan ve mutluluğu hatırlıyor musunuz? Hele öğretmenin sizi gördüğünde gözlerindeki nemlenmeyi unutabilir misiniz?

İşte bu yüzden öğretmenlik kutsaldır, hiç bitmeyecek bir serüvendir, her daim özlenilendir.

Gelecek var olduğu sürece, ne eğitim bitecek ne biz öğretmenlerin işi. Seve seve her gün bu zorlu göreve katılarak, yeni fidanlar yetiştirmek vatanımıza karşı gönül borcumuzdur.

Buradan sayın anne ve babalara da sesleniyorum. Gelin, bu fidanları beraber yetiştirelim. Sizin destekleriniz olmazsa bir yerlerde eksiklik kalır.Çocuklarımızın aydınlık geleceği için el ele tutuşalım. Ülkemizi kalkındıralım.

Nice güzel gelecekler yazmak üzere, tüm öğretmen arkadaşlarımın öğretmenler gününü kutluyorum. Bizleri bu günlere getiren öğretmenlerimize, ailelerimize, bize bu mesleği yapma şansını veren çok değerli Denizli Büyükşehir Belediye Başkanımız Osman Zolan'a ve değerli büyüklerimize teşekkür ediyor, saygı ve sevgilerimi sunuyorum.

Nice mutlu, barış dolu bir geleceğe, beraberce...

Sevgiyle kalın...

Tuğba Ünsal
20.11.2014

20:48

13 Ekim 2014 Pazartesi

Hayat




Bir bakmışsın koca bir hayat var önünde,
Bir de bakmışsın uçup gidivermiş bir kıyametle...

tuğba ünsal
13.10.2014
21:45

28 Eylül 2014 Pazar

GÖNÜL DİKENLER





Evet. Üzgünüm ama doğru. Dünya hiç olmadığı kadar kötülüklerle dolu. Ve bu kötülüklerin tek kaynağı da maalesef bizleriz. Tek suçlu biziz!

Savunma kisvesi altında yapılan savaşları da biz çıkarıyoruz, masum çocukları öldüren de biz. İnsanları yurtlarından süren de biz, kargaşa yaratıp bunu asıl yapan 
biz iken başkasının üstüne atan yine biz!

Sadece kendimize odaklandığımız için yanlış kararlar verip pek çok masum insana zarar veren de biz! Teknolojide şu noktaya geldik, uzay çağını yakaladık, Mars'a bile gittik dedik. Sağlıkta, eğitimde şu gelişmeleri yakaladık dedik. Peki ya, insanlıkta nerelere geldik? Asıl cevaplanması gereken soru bu bence.

Maalesef dünya yaşanılması gittikçe zorlaşan bir kaos ortamına dönüştü. Çocuklarımızın geleceği için endişelerimiz arttı. Bize önderlik edip bu günlere getiren insanlara ne söz vermiştik, hala neler yapıyoruz? 'Biz' kavramından oldukça uzaklaştık. Hala farkedemiyoruz!

Eskiden ne isek şimdi de bir farkımız yok açıkçası. Bu biraz da şuna benziyor; Birileri -ki bunlar büyüyememiş insanlar- ortalığı dağıtıyor, birileri de toplamaya çalışıyor. Hepsi bu. Belki de bazılarımız dağıtmaya, kargaşa yaratmaya, bazılarımız da toplamaya, kırılan ne varsa onarmaya yarıyor. Yani yaradılış bu değil mi, kimse özünden uzaklaşamaz öyle değil mi? O zaman kimse numara yapmasın. Ne isen O'sun!

İşte bu yazıyı tam da dünyanın çıkan çivisini düzeltmeye çalışan, kalplerde birleşmeyen yerleri dikişle tutturmaya çalışan insanlar için yazıyorum. O kocaman gönülleriyle canla başla çalışan, yaramazların her türlü işkencelerine büyük bir sabırla katlanan, kısaca gittikçe daha da insanlaşan insanlar için yazıyorum. İnanın onlar gerçekten varlar. Ve onlar olmasa bizler çoktan batmıştık bile. O kocaman kalpleriyle sadece insanlığın varolmasına çalışan nadide insanlar... İyi ki varlar!

Onların penceresinden bakarsak hayata, dışarıya ne kadar güçlü görünmeye çalışsalar da -ki buna mecburdurlar- kalpleri bırakın savaşları, en ufak bir kavgayı dahi kaldıracak durumları yoktur aslında. Dedik ya kalpleri büyük diye... Bunun anlamı, en küçük sevinci hissedebildiği gibi en küçük hüznü de hissedebilmek...

Terazi hassas yani!

Ne ile uğraşıyorsa uğraşsınlar canla başla çalışırlar. Akabinde ya işgüzarlıkla suçlanır, ya da en kötüsü 'Tembel' yaftası yapıştırılır. Bütün işin sorumluluğunu alır, kendine ait olmayanı bile... 'Yerimde gözü mü var?' denilir. Oysa o, çatlakları görmüştür. Ve tavanın çökmemesiyle ilgilenmektedir. Çünkü tavan çökerse tüm sevdikleri altında kalacaktır. Hepsi bu!

Yine de bir şey demez, sabrederler. Bazen Allah'a havale ettikleri olur. Olayları es geçerler. Ayrıca hayat, bu tür insanlara gani gönüllülüğün öneminden de bahsetmiştir. Demiştir ki hayat;

'Ne olmak istiyorsun?'
Cevabını yine hayat vermiştir;
'Koca bir hiç!'

O yüzden bu tip insanlar ne olacağım diye endişelenmez. Zaten 'Bir Şey' olma dertleri yoktur. Zaten 'Bir Hiç' olduklarını ve hep 'Bir Hiç' olarak kalacaklarını çok iyi bilirler. Belki de güçlü görünmelerinin altında yatan da bu hissiyattır. Kim bilir?
Kalbi büyük ve olgun kişilikli insan profili, bazen de bir çocuk olarak karşınıza çıkar. Size içime oturan bir anımı anlatmak istiyorum;

Danışman olduğum bir sınıf vardı. Orada uslu ve yapıcı çocukların yanında şiddete meyilli, sürekli arıza çıkararak tüm ilgiyi üstlerine çekmeyi başaran çocuklar da bulunmaktaydı.

İnsanoğlu bu ya, ben de yaramazlarla daha fazla uğraşıp onları hem iyilerin seviyesine getirmeye, hem de iyileri onlardan korumaya çalışıyordum.
Gel zaman git zaman sınıfın birincisi olan çocuk, (yaramaz çocuklardan dayak yediği halde ona sabretmesini tembihlemiştim!) derslerini yapmaz oldu. Neşesi kaçtı. Dersleri düştü.. Nedenini sorduğumda tarihi bir cevap aldım;
'
Öğretmenim dedi, neden hep onlarla ilgileniyorsunuz? Sürekli onlarla ilgilenmekten beni unuttunuz!'

Şok oldum. İçimde yaşadığım acıyı tarif etmem mümkün değil. Bir tarafı düzeltmeye çalışırken düzgün olanı bozmuştum. Kendini çok yalnız ve terkedilmiş hissetmişti belli ki!

Evet, insanoğlu olarak hata yaparız. Hatasız kul olmaz fakat ders alabiliyorsak ve o hatayı tekrarlamıyorsak insan olarak kalabiliriz diye düşünmekteyim. Böyle düşününce içimde oluşan umut sizi bilmem ama bana devam etme gücü veriyor.

Evet, millet olarak biraz negatif olayları görme eğilimindeyiz. Pozitif olan çok görünmez. Görünse bile etkisi çabucak geçer. Ama başımıza gelen felaketler, acılar, bizi yaralayanlar, hiç unutulmaz. Sanırım duygusal bir millet olduğumuz için depresyona da yatkınız gibi geliyor ama yine de psikologların işine karışmayayım :)

Dünyayı her gün kurtarıp temizleyen, bizlere 'İnsan' olmayı öğreten bu tip insanlara bir kez daha teşekkür etmek istiyorum. Her gün dünyanın yaşanılacak bir yer olduğunu hatırlatıp bizlere umut aşılayan insanlar;

İyi ki varsınız!
Umarım baki kalırsınız.


tuğba ünsal
28.09.2014
14:51

2 Eylül 2014 Salı

Sevince




“Ruhun yükselir, onu düşündüğünde...
Kırlara çiçek açma zamanı gelmiş gibidir, tomurcuklar belirdiğinde
Tüm şefkat duyguları canlanmıştır, sessizce,içinde...
İnsan ne de güzelleşiyor, doyasıya sevildiğini bilince”

Kalpleri saran hatta kabına sığmayan duygunun adıydı sevgi. Basma kalıp düşünceler son bulmuş, taşlaşmış tüm duygular da yitip gitmişti. Özü sevgiyle dolmuştu tüm canlıların. Olması gerektiği gibi... Kayda değer bir değişim yaşanmaktaydı. Zaman, sade ve sessizlik hükmündeydi ama ya kalpler! Kalpler, birer çağlayan olup akmaktaydı, sevinçle... Sessiz sedasız geçen günlerden eser kalmamıştı. Kah dolup kah boşalan bir su değirmeniydi sanki, önüne geçen her şeyi tamir edercesine şifalıydı üstelik. Ne hoş bir duyguydu bunu yaşamak!

Zarafetli bakışlar geri gelmişti. Hiç olmadığı kadar mutluluk hüküm sürmekteydi, sarı kantaronların zamanıydı belli ki. O kadar muhteşem, bir o kadar da insanın aklını alan zamanlardı ki, insanın içinde 'Acaba, bu bir rüya mı?' deyip, öyleyse bile uyanmayası geliyordu. İnsan, bir kereliğine de olsa dünya telaşını bir kenara bırakabiliyordu. Varsın, her şey kül olsundu. Umurda olmazdı dünya, böyle bir zamanda. Hafif bir meltemde sallanan yapraklar gibi, salıncakta sallanan bir çocuk gibi, çayırlarda alabildiğine koşan bir at gibiydi yaşamak! Hür olmanın tam tanımıydı belki de, hiç olmadığı kadar.

Sadeleşen duyguların zamanıydı artık. Hiç bir kargaşaya gerek duyulmuyordu. Olabildiğine basitti hayat. Olabildiğine huzurlu... Hiç bir sıkışmışlık hissi de yoktu. Dar gelmiyordu artık dünya, sadece kalplerin sesi, o kadar!

Bu duyguyla yaşamak, yeniden doğmak gibiydi. Sıfırdan, hiç hatasız, yalansız, dolansız... Katmerle açan sadece güllerdi insanın içinde. Rengarenk pembelerin, kırmızıların açtığı, enfes kokuların yayıldığı zamanlardı. Kehribar renginde, kesinlikle bir kızılcık şurubu tadındaydı hissedilen. Yaşamaktı dostum bunun adı, yaşamak!Gerisi tam bir hikaye...

İnsanın çok istediği şeyler vardır ya hayatta, sık sık dile getirilir özellikle dualarda. Ne olur denir, hayırlısıyla olsun diye yalvarılır Allah'a. Gün gelir kabul olduğunda başlanır yeni hayata. Milattır çünkü, sıfırdır her şey. Yeni biçilmiş çim kokusunda, fırından yeni çıkmış ekmek tadında, bir bebeğin gülümsemesinde, bir şarkının ilk nağmesinde... İşte bu noktada, her şey sevgiyi hatırlatır. Tatlı bir gülümseme yayılır neşe dolu bedenlere.

En önemlisi nedir denirse, hayata daha bir sıkı sarılmadır. Neden dünyaya gelindiğini yürekten hisseder ve akabinde de bolca şükredilir. Yoktur daha ötesi...

Öyleyse...
Şükürler olsun Allah'ım, verdiğin nimetlere, sağlık ve afiyete.
Ve en önemlisi, hissettirdiğin sevgiye...

tuğba ünsal
2.9.2014
10:10

Not: Fotoğrafı, evim Denizli'de çekmiştim.

11 Temmuz 2014 Cuma

Hayrına biraz umut mu dağıtsak?



Hayrına biraz umut mu dağıtsak?

Çok evvel önce, sapla samanın ayrılmadığı vakitlerdendi. Buğdayların fütursuzca sallanıp başlarını eğmemelerinin ardından çok da geçmemişti. Sakız gibi yapışan düşüncelerin ardından, keresteleşmiş ama bir türlü yumuşatılamayan fikirlerin son bulduğu zamanlardı. Öyle bir zamandı ki kim olsa aynı hisleri taşırdı. Ve yük her zamanki gibi ağırdı.

Serin ve bir o kadar da iç gıcıklayıcı zamanlardı. Kader, bilinmezi taş örgülerle çevirmişti. Oysa gerçekler bir saksağan uçuşu mesafesindeydi. Sarı sardunyalar da renk katmaktaydı ama sanki yeterli değildi, tüm bu yaşanmışlıkları anlatabilmek için...

Şakayıklar, bülbüle anlatabilirdi belki tüm bu olanları... Kimbilir? Hikaye, sade ama akıcı olmalıydı. Ne kadar az bilinirse belki o kadar iyi olacaktı. İnsanlık, sefillikten kurtulacaktı ama... Can kırıntılarının ve alev toplarının arasından kolay mıydı öyle geçmek? Herkesin arasından sıyrılıp öylece varış çizgisinde bitivermek! İnsan, bu noktada anlıyor ki ipi göğüslemek için yalnız olmalıydı. Bu, en temel kuraldı.

İnsan yola çıktığında bakıyor ki sesler, sokaklar, silüetler birbirine karışmış. İçi boşalmış duyguların ardından saklanılacak maskeler de ortadan kalkmış. Şekilsiz bir o kadar da biçimsiz gurur da fazlaydı. Ama ne yapacaksın? Eller mahkumdu!

Ekmek arası sevgiler de karın doyurmuyordu artık. Şişmanlamaya yüz tutmuş kalpler ordusuna dönmüştü ortalık. Atsan atılmaz, satsan satılmaz misali öylece yer işgal ediyorlardı. Seçmece günler çoktan geride kalmıştı. Özleniyordu.

Birbiri ardına yaşanmışlıklar, şişelenmiş ama yıllanamamış şaraplar gibi sessiz, kimsesiz durmaktaydı. Yaşamın tam kendisiydi belki de... Yine de insan kabullenmek istemiyordu. Bunca yılın bir anlamı olmalıydı. Bir tadı, damağı olmalıydı. Belli ki daha zaman dolmamıştı. Olgunlaşmaydı bunun adı.

Bazen eskeza sihirli bir değnek denk geliyordu insana. Nadir ve çok değerli bir andı bu. Kılı kırk yaranlara münhasırdı belki. İnsanı özel hissettiren özel anlardı bunlar. Adına 'umut' diyeceğimiz kıyıda köşede kalmış, ne derler 'elmas' kadar değerliydi. Seçilemiyordu. Sadece denk geliyordu. Belki de kırık kalplere merhem oluyordu. Dertlere derman oluyordu. Hangi dozda verileceğine kader karar veriyordu. Öyle her eczanede bulunmuyordu!

Belki de insan, bu müstesna zamanların hatırına dünyaya geliyordu. Birçok acı ve ıstıraba rağmen yine de nefes alabilmekti belki de güzel olan... Pek çok sevdiğini yitirmek, haksızlıklar, haykırışlar, göz yaşları arasında yeniden yeşillenen küçük bir mum gibiydi umut. Sanki acıkılınca peksimet görevi görüyordu. Şaşkınlığa uğramış fakat bir o kadar da bozuntuya verilmemişliğin hediyesiydi belki de... Kırık kalpler ordusunu ayağa kaldırmak için kullanılan yegane olguydu. Bir türlü vazgeçilemeyen...

İşte hayattı bu! Az biraz umut serpiştirilmiş, biraz da mutluluk ekilmişti. Ruhunu doyurur muydu? Bazen doyurmuyordu. Bazen seneler geçse de tadı damağında kalıyordu. Asla hafızadan silinemiyordu. Belli ki silinmek de istenmiyordu.

Elinde avucunda kalanlara bir bakınca insan, olsun diyordu. Yine de var olmak güzel bir şey! Sadece var olmak, boşlukta bir yer kaplamak... Sadece bu! Gerisi hikaye gibi geliyordu çoğu zaman. Böyle düşününce ne kırıklar kalıyordu ne taşkınlıklar... Hiçlik içinde bir huzurdu hissedilen... Ve çoğu zaman anında kaybedilen!

Sessiz sedasız geçen zamanların ardından, kırık kalpler ormanının tam ortasından böyle bir hikaye geçti. Geçti de dimağlarda hala pek çok soru bıraktı. Ama herşeye rağmen yapılabilecek tek bir şey kalmıştı:

Şükürdü bunun adı.


tuğba ünsal
11.07.2014

00:05

Not: Fotoğrafı, Yenişehir Denizli'de çekmiş idim.

21 Haziran 2014 Cumartesi

Kalp ile düşünebilmek...



Kalbiyle düşünen insanlar vardır. Muktedir olanları var edenlerdir bu tip insanlar. Güçlerini kalplerinden alanlardır. Yeniden ama yeniden yaşam enerjilerini umutla dolduran, hiç tükenmeyen bir pil misali etrafınızda dolaşırlar. Sapla samanı birbirinden de kolaylıkla ayırırlar. Bilirler ki gereksiz olan başa beladır, uğraşılmaya değmeyendir.

Karışık olanı sadeleştiren, anlamlandıranlardır bu tipteki insanlar. Hayatınız arap saçına döndüğünde kolaylıkla çözenlerdir. Üç bilinmeyen değil dört bilinmeyenli olsa da hayatınız farketmez onlar için... Dedik ya kalpleriyle düşünürler diye... Hayata karşı zorlanmazlar çünkü yakıtları sevgidir, o yüzden bitmeyendir. Sevgiyle bilenenlerdir.

Hataları olsa da onu derhal kabullenenlerdir. Bilirler ki insan noksandır. Noksandır ama kusurlarını da affeden bir yaradan vardır. Kamillik yoluna baş koyanlar, noksanlarını farkedebilmelilerdir ki yol kısa sürede tamamlansın. Anlamlansın.

Kısace söylemek gerekirse, 'olgunlaşma'nın kısa tanımıdır bu türdeki insanlar. Kaybolanlara yön gösteren bir yol arkadaşıdır onlar. İstifade ettiğiniz kadar yanınızda kalırlar. Bakarlar ki devam etmeye hazırsınız, ayrılırlar yanınızdan. Özgür bir kuş kadar hafif hissedersiniz. Ve inanın, bolca şükredersiniz.

Peki, nerede bulunur bu insanlar? Hemen hemen her yerdedirler. Bazen ana, baba bazen kardeş, yakın bir dost kim bilir belki de bir çocuk formunda çıkarlar karşınıza. Çünkü bilinemeyen bir şey varsa o da, hayattan kimin ne kadar öğrendiği... O mesafeyi kimin ne kadar katettiğini o insanı tanımadan bilemezsiniz. Bildiğinizi sanarsanız hemen 'Ön yargılı' olarak yaftayı yersiniz.

Tüm ilişki kurduğunuz insanlarda dikkat edilmesi gereken unsur bence bu noktada yatıyor. Duygusal zekayı ilerletmenin de ilk şartıdır bu kural. İlişkilerde 'içini doldurmak' deyimidir bu. Önce bir tanınacaktır karşıdaki insan, sonra niyetlerini ölçecek dereceye gelinmelidir. Böylelikle karşıdaki insan hata yapsa bile kolay affedilebilecektir. Ve böylelikle sağlamlaşacaktır dostluklar.

Bu noktada 'affetmek' neden önemlidir? sorusunu sormak gerekir. 'Bağışlayamayan' insan yoluna devam edemez. Bir yerlere takılmıştır çünkü. Adeta bir çengele takılmış hissiyatıdır bu. Koşmak ne mümkün, yürüyemez bile insan. Takılmış bir plak gibi olduğu yerde döner durur. Ve her defasında aynı acıları, korkuları tekrar tekrar yaşar. Bazı noktalarda sevinçler de yaşamıştır ama o duygular da gitgide silinikleşir. Ne kadar hatırlanmak istenirse istensin geri getirilemez bir süre sonra. Elde sadece acılar kalır.

O zaman ne yapıyoruz? Tanıştığımız insanları hemen bir kefeye koymuyoruz. Mümkün olduğu kadar tanımaya çalışıyoruz. En önemlisi onun hakkında 'Varsaymıyoruz!' Lütfen bu kelimeye çok dikkat edin. İnsanların görünüşüne göre onları hiç tanımadan 'yargılara' varılmamalıdır. Bu o kadar önemli bir konu ki anlatamam. Çünkü 'varsayarak' hem kendi değerimizi ayaklar altına alıyoruz hem de karşı tarafı oldukça fazla incitiyoruz. Dolayısıyla ilişkiler ilerleyemediği gibi yanlış anlaşılmadan kaynaklanan kavgalar da kaçınılmaz oluyor. 'Dedikodu' yapmanın neden yanlış olduğunu işte tam bu noktada çok daha iyi anlıyor insan! Ve 'yüzleşme'nin ne kadar kıymetli olduğunu!

Belki de hayatta ilerlemenin en önemli kuralı çok da fazla yorum yapmamaktır. Hangi konu ile ilgili olursa olsun, genel olarak dinlemede kalmak en güzeli. Karşınızdaki insan değişmeye niyetli değilse verdiğiniz öğütler bir kulağından girip diğerinden çıkacaktır. Ben bu noktada şunu öneriyorum;

Karşınızdaki insanı değiştirmek yerine onda gördüğünüz hataları kendiniz yapmamaya çalışırsanız hayatta daha kolay ilerlermişsiniz gibi geliyor. Burada gözlemin önemi bir kez daha karşımıza çıkar. Baktınız, gözlemlediniz, diğer insanlar bu tavırdan hoşlanmadılar. Akabinde 'Hımm, demek ki bu hoş karşılanan bir şey değil, bana yapılsa benim de hoşuma gitmezdi!' deyip aklımızda tutuyoruz. Aynı olay bizim başımıza geldiğinde direkt olarak anı hatırlanıyor ve daha uygun bir cevapla ilişkilerimizi düzene koyuyoruz. Ne oluyor o zaman? Herkes daha bir mutlu oluyor. Belki de mutluluğun süresi artıyor.

'Tecrübe' denilen olguyu da bu şekilde öğrenmiş oluyoruz. Ne güzeldir 'tecrübe etmek'! Ve insanı 'insan' olduğu için kabullenebilmek!

Nasihat etme dedik bolca nasihat ettik!
Sürç-i lisan ettiysek affola, gönüller hep bir ola...
Kalın hep umutla, sağlıcakla...

tuğba ünsal
21.06.2014
08:03


Not: Fotoğrafı, Yenişehir Denizli'de çekmiştim.

18 Mayıs 2014 Pazar

Yolcu yolunda gerek




Derinliği anlayabilmek için önceden derin sularda yüzmüş olman gerekir.”
“Ve ne kadar derine inersen, gerçekleri su üstüne çıkarman o kadar zorlaşır.” derler. Derler de yine de umut değil mi, denemekten vazgeçmezsin. Sağa sola bir yukarı bir aşağıya yüzer durursun. Genel olarak duvara toslarsın, şanslı isen belki bir hazine bulursun. Bu hazine belki bir ömür boyu bulunmayacak cinstendir. Bakmışsın sadece bir aldatmaca... Su olur akar ellerinden, çölde görülen serap misali...
Bir de bunu iş edinenler vardır. 'Derinlik Sarhoşu' denilir bu kimselere. Kimbilir belki de meslek edinmişlerdir kendilerine... Daldıkça dalası gelir, bir amaç gütmeden. Kazanç, ödül, şakşaklar onu ilgilendirmemektedir. Sadece cevaptır aradığı. Kafasındaki tüm sorulara bir yanıt aramaktadır. Böylelikle hem kendi rahatlayacaktır. Akabinde bulduğu sonuçları açıklayarak insanlığa bir faydası dokunacaktır.
Bu derinliğe inmek kolay mıdır? Kim gerçekte bu kadar derine inmeyi göze alabilecektir? Çünkü inip de çıkamamak olasıdır. Gün gelir, anlık bir vurgun tüm emeklerini yerle bir eder. Hikayen anında sona erer. Buna rağmen göze alınmalı mıdır? Alınmalıdır.
“Her insan bilgedir” aslında. Çünkü tüm sorular aynıdır ama cevaplara farklı yollarla ulaşılır. Aslen bakarsanız bu da insanın benzersiz yaratıldığının kanıtıdır. Her insan dünyaya geliş nedenini bulmaya çalışıyor ya, cevaplar hep aynı kapıya çıkıyor aslında. Ve cevap da çok basit bana kalırsa;
Yolcu, içinde biriktirdiği tohumları geçtiği yola bırakmalıdır ki gelecek nesiller bu tohumları geliştirip büyütebilsin. Onlar da kendi tohumlarını elde edip geçtikleri yollara bırakabilsin. Tohumlar sevgiyle sulansın, güçlensin. İşte yaşam dediğin bu kadar basit.

Şimdi sadece bir nefes al, yoluna devam et.
Arkanda bıraktıkların için endişelenme.
Kıymet bilenler çıkacaktır, sakın üzülme.
Yaratılmamış boşuna hiçbir canlı,
bunu öylece söyledim zannetme.
Sadece yola devam et,
gerisi sadece teferruattır.
Nereden biliyorsun? dersen,
Danıştım ben de bir bilene...

tuğba ünsal
18.05.2014
11:59

Not: Fotoğrafı 24 Nisan'da Denizli Çamlık'tan çekmiş idim.

3 Mayıs 2014 Cumartesi

Kavrayış: Hiç bitmeyecek bir serüven...




Oldum olası hissetmekten asla vezgeçmemişimdir. Hissetmek, var edilmiş en güzel duyguydu hep benim için. Yaşamın vazgeçilmez bir parçasıydı adeta, hep oradaydı. Hep benim yanımdaydı.

Hissetmek, elde tutulur bir şey olmasa da yaşam kadar gerçekti aslında. Çünkü insan olmanın da gereklerinden biriydi. Olmasa kesinlikle yaşayamazdık, varolamazdık asla!

Hissetmek deyince akla hep romantik, pozitif duygular gelir nedense. Aslına bakarsanız oldukça yıkıcıdır da... Bir kaptırdınız mı kendinizi toplayamazsınız, dağılıverirsiniz. Un ufak eder adamı, kırıntıları bile toplayacak vaktiniz kalmaz. Öylece süpürüverir sizi.

Sezgiler, hissetmenin arkadaşıdırlar. Belki bir üst mertebesi... Genel olarak yaşamın koşuşturması arasında pek onlara vakit ayıramayız. Bir an hissederiz, genel olarak da üstünü örtüveririz. Pek tabi bu bize yol, su, elektrik olarak geri döner. Duygusal patlamalar, ya da yaşanacak bir olaya hazırlıksız yakalanmalar... Öyle basit bir şeymiş gibi düşünmeyin. Ruhsal paralizasyonlara kadar varır iş. Önceden bu duyguları tanımlayamamışsan, ne zaman ortaya çıktığını kavramlandıramamışsan çat diye ikiye böler ruhunu, aman ha dikkat!

Bir de toplum olarak böyle sezgisel insanları ayrıştırmak pek hoşumuza gider bizim. Aslında hakkında bilmediğimiz bir sürü konu hakkında öyle güzel biliyormuş numarası yaparız ki , evlere şenlik! Dedikoduyu, başkasını yıkıcı bir şekilde eleştirmeyi, yerin dibine sokmayı öyle severiz ki! Neyse ki böyle durumlarda -yeni tabirle- evren 'Al' der. 'Sen acımadan eleştirmiştin, yaşa da gör o zaman' der. 'Kabak' gibi ortada kalırsın! Ancak çentme yapılır artık senden, üstüne de soğuk bir ayran!

Bu aralar emin olduğum kesin bir konu var. Bir insana bir davranışı hakkında ne kadar çok kızıyorsan o davranışı muhakkak senin de yapıyor olduğun! Lütfen bu sözlerimi tekrar ve tekrar düşünün! Tartıp biçin, bolca araştırın. Dediğim yere mutlaka ulaşacaksınız.

Çünkü karşılaştığınız, tanıştığınız hatta aileniz bile rastgele sizinle tanışmamıştır. Malum, ruhumuzda tamamlanmamış, kuvvetle muhtemel zarar görmüş parçalar var. Ve siz yeni tanıştığınız ya da -farketmez ailenizden biri olsun- en çok kime kızıyor ya da nefret ediyorsanız biliniz ki sizde de o parçadan var. Ve siz o parçanızı inkar ettiğiniz için karşı tarafta onu görmeye katlanamıyorsunuz. Yani karşı taraf bir ayna aslında. Siz o aynaya yani kendinize bakmaya dayanamıyorsunuz. İnkar ettiğiniz tüm duygular, rahatsız olduğunuz tüm düşünceler tam orada, 'Kabak' gibi karşında!

Kabullenmesi öyle zor, bir o kadar da acıtır ki, bilirim. Ama zor olanı seçmişseniz yani kamil insan, bu dünyaya ne amaçla geldiğini sorgulayan bir insan olmaya niyetlenmişseniz, bunu tez zamanda kabullenseniz iyi olur. Ve neden kızdığınızı sorgulamak, akabinde o parçanızı da kabullemeniz gerekecek.Üzgünüm ama bence yapılması zorunlu gibi görünmekte.

Küçükken hep derdik: 'Kendi diyen kendi olur', 'Aynaya bakan kendini görür' diye... Ne doğruymuş. Bilinenin aksine küçükken daha bir olgun oluyor herhalde insan. Zira orta yaşlarımda anladığım bir şey daha varsa o da çocukken olduğum insana tekrar kavuşabilmek!
Belki bu aynalar -insanlar- sayesinde eski anılarım tekrar canlanıyordur ve esas 'Ben'i bulmama yardımcı oluyordur. Böyle düşünmek sizi bilmem ama beni hem heyecanlandırıyor hem de umut veriyor.

Eminim çoğunuz bu kavrayışlarımı çoktan keşfetmişsinizdir. Ya da sindirmeye başlamışsınızdır bile... Lafım kendini tanımaya çalışan ama labirentler içinde kaybolmuş hissini yaşayanlara... Gençlere demiyeceğim. Çünkü kimin ne zaman olgunlaşacağı ya da kim kime göre daha olgun kısımlarına hiç girmek istemiyorum. Sadece biliyorum ki insan dediğin eşsiz bir varlık. Ve yollar sadece o insana ait ve özel...

Bu bağlamda diyorum ki;
Siz hayatıma bir şekilde dahil olmuş tüm canlılar...
Sağolun, varolun. İyi ki varsınız, iyi ki yaratılmışsınız.
Hepinizi ayrı ayrı kucaklıyor ve sevgilerimi gönderiyorum.
Allah, cümlemize tamamlanmayı nasip etsin.
Amin.

tuğba ünsal
03.05.2014


 12:19

19 Nisan 2014 Cumartesi

Arayış


Kah orda kah burda geçen zamanların ardından secdeye varılma hissiydi belki de! Ne de olsa savaşılmış ve yenilinmişti. Akabinde nerede yanlış yaptık hissi ile Allah'a danışılmıştı. Ve cevap alınamamıştı. Belli ki cevabı bizim bulmamızı istiyordu. Katına ulaşılabilmek zordu elbet. Kamil insan olabilmek öyle kolay bir iş miydi? Değildi!

Yine de bir umutla başlanır, bu sefer başaracağız hissi hakim olurdu. Ve maalesef sonuç hep kaçınılmaza varırdı. Değişmeyecekti artık! Bırakılmalıydı.

Kamusal alana yayılmış ve bir o kadar da reklamı yapılmış bir konuydu oysaki... Tüm dünya seferber olmuştu. Ne yapabiliriz diye yüzyıllarca konuşulmuş, üstüne teori üstüne teori üretilmişti. Planlar, taktikler havada uçuşmuş, stratejiler belirlenmişti. A, B hatta C,C1,C2 planları üstünde yıllarca çalışılmıştı. Gerçekten bitmeyen bir umutla hep yeniden, olmadı daha üstüne giderek emek sarfedilmişti. Ama sonuç hep hüsranla sonuçlanırdı.

Kabul edilmek istenmeyen ama en nihayetinde kabul edilmesi kaçınılmaz olan ise insanların hep gözünün önündeydi. Tam orada, apaçık ortada! Derler ya 'Kabak' gibi diye... Gerçi nasıl görülecekti ki... Pembe gözlüklerin ardından, kalpler yoğurulmadan! Belki de mayada bir sorun vardı. Bilinemeyecekti.

Akması gerekirken katılaştığı için hapsolan bir şeydi bu. İnsanın içini rahatsız eden, çıkması için çok uğraştığı ama bir türlü doğuramadığı bir şeydi belki de! Ne kadar itinayla çalışılsa bir yerlerden patlak veren, dikilemeyen, tutturulamayandı. Kemikleşmiş yara gibi tedavisi olmayandı. Çünkü kırılgandı.

Sahteleri de piyasaya sürülmüştü. Ya tutarsa diye... Öyle ya hep hazırcıydık biz, kolaya kaçandık. Hep mucizelere inanıp, gerçekleşecek diye bekleyendik. Biraz daha sabır az daha sabır diye sabır taşına döndüğümüzü söyleyip durduk ama yanıldık. Feci şekilde aldandık!

Kıvrımlarımızı alıp köşelere saklandık. Mağaralarımıza sığındık. O da yetmedi, üstümüze binalar inşa ettik. Gittikçe katı arttırdık. Gökyüzünü kapattık. Doğanın içine ettik. Hep biraz daha istedik. Gözümüzü bir türlü doyuramadık!

Selam sabahı kestik.
Yalnızlaştık.
Umutlarımızı bir bir yedik.
Bu şekilde onu,
Kimseye yar etmeyeceğimizi sandık
Aldandık!
Oysa,
Elimizde hiç kalmamıştı ki!
Var saydık.
Kısaca...
Saçmaladık!

Peki, neydi bizi bu kadar uğraştıran,üzen yine de vazgeçemediğimiz?
Evet dostlar, bildiniz. Kırık kalplerin hikayesiydi okuduğunuz. İçimize sindiremediğimiz duygunun adı da sevgiydi. Sevgiyle beslenemeyen kalplerin yaşam savaşıydı belki de... Bir türlü yapıştıramadığımız!


tuğba ünsal
16.04.2014

Not: Seramik çalışmamın adı "Güzel bir gündü"/"It was a good day"
Seramik,cam ve akrilik boyama /Ceramic& Glass,Acrylic Painting

3 Nisan 2014 Perşembe

Cevap çok basit: Yalnızsın aslında...




Ne olursa olsun vazgeçemiyor insan şu yalnızlık duygusundan... Seçmece hayatlar yaşadığımızı zannedip sıkıntılı, bir o kadar da hüzünlüyüz aslında çoğu zaman. Kırıklarımızı aldırsak da yine de vazgeçemiyoruz kalp kırmaktan. Kırıldıkça kırıyoruz, sanki kural haline gelmiş, es geçemiyoruz bu huyumuzdan.

Oysa detayına bakmadan sevmeliydi insan. Ne olursa olsundu, karanlıkta kalan tüm ayrıtlarına bakmadan sevmek... Öze inemesen de sevebilmek, sadece ve sadece insan olunduğunu, hataya her daim açık olunduğunu bile bile sevmek... Hiç icat edilmemiş bir duygu gibi içimizde fakat bir türlü yeryüzüne çıkaramadığımız, çıkarsak da sarıp sarmalayamadığımız!

Yok, illa ki yaralayacağız, illa ki kanatacağız karşımızdaki insanı. Nesinden haz alır ki insan bu tür bir sevginin, çözemedim gitti. İşin daha vahim tarafı kurban, karşıdaki insan değil de hep kendimizizdir. Hep insanlar bizi incitmiştir, bizi yaralamıştır. Biz de hıncımızı almak için daha bir saldırmışızdır. Önümüze ne gelirse atmışızdır karşı tarafa, tüm varımız yoğumuzla... Bazen de sırf canımız sıkıldığı için, şımarıklık olsun diye yapmışızdır. Nedense hep bilememişizdir kendimizi, tanımlayamamışızdır içimizi. Ayrıntılara odaklanmaktan bütünümüzü görememişizdir. Ne yazık!

Belki de insan olmanın gereklerindendir bilinmez ama çok gereksizdir, içi boştur bu duygunun. Belki de boşaltılmıştır, kimbilir. Depresif takılmak hoşuna gidiyordur belki de insanın. Çoğu zaman depresif kelimesinin anlamını bile bilmeden içimizde yaşatırız. Kimine göre delhizlerde kaybolmak heyecan yaratır belki de. Belki de azgın sularda boğulmak, ateşlerde yanmak hoşa gider, kimbilir...
Oysa ki sadece ve sadece sevilmeyi talep etmemişti insan. Baştan beri sevgi tanımını yanlış anlamıştı çünkü! Nefretin sıcaklığını eş edinmişti kendine, bir tutmuştu belki de... Öyle ya kasırgalar esiyordu o küçük kalbinde. Estikçe şiddeti artıyordu ama kalbi o oranda küçülüyordu. Çap, git gide azalıyordu, o hala farkına varamıyordu!

Belki de bilmiyordu. Cevap bu kadar basitti belki de. Öğreten mi olmamıştı acaba? Yoksa içinde bir yerlerde, gizli odalara mı saklamıştı onu? Ne de olsa insan konuyu ne kadar az bilirse o kadar korkar ondan. Kapıyı ne kadar zorlasa, patlayacak dereceye de gelse açmaz, açamaz kapıyı. Korkar. Olacaklardan korkar, kontrol edememekten korkar. Kendini akıntıya bırakmak zor gelir belki de... Ama bilmez ki bu, kolay olandır. Mühim olan akıntıya karşı yüzebilmektir aslında... Ama denememiştir. Dolayısıyla hiç bilemeyecektir!

Herşeyin kolay harcandığı bu yüzyılda sevginin de içinin boşaltıldığını söylemeliyim. Herşey lafta. Sözler sarfedilir ama bakarsın boş. Allanıp pullanmış koskoca bir hiçlik! Geride kalanlar sadece hikaye. Masal dünyasının kahramanlarıyız belki de! Püf denilince uyandığımız, az buçuk kandırınca kendimizi yine rüyalara daldığımız...

Şaka maka böyle geçiyor zaman dostlar. Dünyanın kendisi bir masal belki de, bir türlü uyanamadığımız... Eğer koşulsuz sevginin tanımını tam yapabiliyorsanız, bir zahmet bana da anlatır mısınız?

tuğba ünsal
3.4.2014
06:37


25 Mart 2014 Salı

Aslolan aşk değil niyettir


Biliyor musunuz, sıkça yaptığımız bir hata daha var insanoğlu olarak...Karşımızdaki insanı tanımadan onun hakkında fikir beyan ediyoruz yani bir şekilde duyduğumuz sözlere göre onun öyle olduğunu varsayıyoruz. Bu öyle sıkıntılara yol açabiliyor ki bir taraftan kendi değerimizi düşürürken karşı tarafı da üzmüş oluyoruz. Çifte sıkıntı yani!

Bunun altında yatan neden belki de herkesi kendimiz gibi varsaymamız... Malum herkes büyüdüğü, yetiştiği çevrenin özelliklerini almakta ve büyük oranda büyüklerinin sözlerinin doğru olduğunu sanmakta. Farkettiyseniz çoğu insan kendi öz düşüncesini değil de çevreden ya da aileden duyduğu haliyle fikrini beyan eder. Eğer düşüncelerde birlik sağlanamazsa 'Benim babam senin babanı döver' kıvamına geliyor işler. Hal böyle olunca kavgalar da kaçınılmaz oluyor. İnsan, kendine mi güvenmez, araştırmak zoruna mı gider yoksa sözlerini tekrar ettiği insana mı çok güvenir bilinmez, illaki bir fikir beyan etmesi gereklidir insanın. Ya da zorunda hisseder belki. Malum insanın en büyük açlığı, kendini karşı tarafa kabul ettirebilmektir. Ne zordur bu da!

Herkes kendince haklıysa problemler nasıl çözülmelidir derseniz, öncelikle karşı tarafı iyice bir tanımak gerek derim ben. Bu da ancak onunla iletişim kurabilmeyi ve olabildiğince soru sormayı gerektiriyor. Kendi doğrularımızı bir kenara bırakıp hakim edasıyla dinlemek gerekiyor karşı tarafı. Malum, stres altında insanlar kendilerini iyi ifade edemeyecekleri için sıkmadan ama azar azar muhabbet en iyisi!

Herkes az veya çok, öyle veya böyle doğru olanın farkındadır. Çoğunlukla bunu kullanmaya çalışsa da bazen işine gelmez, olabildiğince kaytarır. Bence işler bu noktada batmaktadır. Yüzüp yüzüp kuyruğuna gelmek ama geri dönmek gibidir hissedilen... Bir şeylerin eksik olduğunu hissedersin ama yapmakta inat edersin. Neden, mutlaka vaktin olmaması, sana göre daha önemli işlerinin olması gibi bahanelerdir. Problemi çözmediğin için geride üzdüğün insanlar bırakırsın. Ve zamanı geldiğinde üzüntünle baş başa kalırsın.

Bence herkes kendi içinde bir hakim, bir yargıç olmalı bu dünyada. Yoksa adil düzeni nasıl getireceğiz ki buraya! En sonunda karar verebilmek için niyetlere bakmak en iyisi. Bu insan bunu isteyerek mi yapmıştır, yoksa kasti mi! Ayırım bence çok önemli. Sanıyorum iyi niyetli insan genel olarak iyi olmaya gayret edecektir. Kötü niyetli ise kötü! Çünkü kötüğün temelinde yatan es geçmek, kolaya kaçmak ve doğrusunu bildiği halde yapmamak için debelenmek vardır. İnat ile kötülük kol koladır belki de ama farkedilmez çoğu zaman!

Unutulmaması gereken bir başka nokta varsa o da insanın kişilik özelliği... Ve bunu değiştiremeyeceğimiz... Yalnız... Belki genleri değiştiremeyiz ama kaportayı düzeltebiliriz diye düşünmekteyim. Belki bu vasıtayla iyilik yol,su, elektrik olarak geri döner.

Kimbilir!

Kimbilir belki yarın belki yarından da yakın, bu satırlardaki gibi yaşayabiliriz. İçimizdeki alçaklıkları düzeltir siper ederiz kendimizi iyiliklere. İyi olan ne varsa kucak açarız, dalarız derin mutluluklara... Bir bakmışız aslında cennetteyiz, farkedememişiz ömrümüz boyunca!

Öyleyse sevgiyle kalın, sağlıcakla...

tuğba ünsal
25.03.2014

15 Mart 2014 Cumartesi

Oysa ki...


Oysa ki...

Saçmalanmış sözcük tarlalarından geçeli çok olmuştu.
Kırk Haramilerin bile aklı yitmişti, gördükleri karşısında...
Yine, şimdi tam burada
Tam orada, hemen şuracıkta,
Yeni hasat edilmiş yalan ve dolanlar demetlenmiş ve sıkıca bağlanmıştı
Sanki bir yere kaçabileceklermiş gibi!

Bense...
Kırık dökük bir evin kenarında oturmuş, çayımı yudumluyordum
Az ilerde kökü eşelenmiş bir ağaç, bana doğru bakıyordu, masum
Hiç bitmeyen bir kavganın sonunu bekler gibiydi, sabırlı ama ketum
Serzenişler Denizi'nin durgun suları da ufukta görünmekteydi.
Bir oraya bir buraya savrulan yaprak misali, solmuş ve de kırgındılar
Zira...
Ne yapılsa da fayda etmeyen Bunalımlar Kasabası'ydı burası!

Derken, bir gün...
Yine burada,
Tam kasabanın ortasında
Biri belirdi...
Sakin, bir o kadar da temkinli
Gün görmüş biriydi, belli ki
Yavaşça yürümeye başladı,
Elinden bıraktığı tohumlarla,
Yeniden hayat veriyordu toprağa,
Kalplere umut dağıtıyordu
Dostça, arkadaşça
Tüm ayakta kalabilen canlılar da arkasında...
Aniden...
Bir de ne göreyim?
Ben de belirivermişim yanında,
Omuz omuza vermişiz,
Yürüyoruz sonsuzluğa!



tuğba ünsal
8-15.03.2014
10:23

8 Mart 2014 Cumartesi

Kadın Sorunsalı




Bugüne kadar kadın sorunları hakkında pek çok yazı yazılmış ve pek çok olaya şahit olmuşuzdur. Hala çözülememiş olan bu sorunları bir kez daha masaya yatıracak olursak;
  • Kocası ya da sevgilisi tarafından basit nedenlerle öldürülen kadınlar -ki kıskançlık dediğimiz olay kesinlikle tedavi edilmesi gereken bir hastalıktır-
  • Babası, kocası ya da sevgilisi tarafından fiziksel ve de sözel şiddete maruz kalmış kadınlar
  • Çocuk yaşta evlenmeye zorlanan ve sanki bir malmış gibi başlık parasına satılan kızlar
  • Erkek ve de kadın patronundan anlamsız yere sözel şiddete maruz kalmış kadınlar
  • Oğlunun hala büyümediğini kabul eden ve onu paylaşamayan kayınvalidelerin gelinlerine yaptığı psikolojik şiddet
  • 'Kadındır, edebini bilmelidir' diyen ve onu bir kalıba sokmaya çalışan toplum zihniyeti
Ve yüzlerce küçük ayrıntı içeren madde daha...
Fakat burada esas işlemek istediğim konu bu değil. Bu zamana kadar suç, genel olarak bir adama ya da bir kadına atılsa da esas suçlunun kim olduğu hep gözardı edilmiştir diye düşünmekteyim. Bu da;
'Kadının en büyük düşmanı aslında kendisidir!' sorunsalıdır. Evet nedense kadın milleti olarak hep sorunun dış kaynaklı olduğuna inanmış ya da inandırılmışızdır. Ya hep baba, koca, sevgili yanlış yapmıştır bize, ya da bir anne, kayınvalide ya da bir kadın patron!
Peki ya bizler! İçimizdeki kadına hiç sormaz mıyız, 'Esas sen ne yaptın?' diye...Sormayız, çünkü bu daha kolay geliyor ama içimizdeki karmaşayı çözemediğimiz için kısır döngü de devam ediyor. Sürekli kendini gerçekleştiren bir kehanet gibi!
Peki nedir, kadının içinde çözmesi gereken sorunlar?
En birinci sırada kadının kendini sevmesi ve komplekslerinden arınması gerektiğidir. Bu bile başlı başına bir olaydır gözümde... Zordur, geçilecek yollar ise çetin cevizdir.
Peki, neden kadın sevmez kendini, neden hep küçük görür kendini diğerlerine göre? Bence kadın varolduğundan beri öyle alıştırmıştır ki kendini itaat etmeye, öyle alıştırmıştır ki kendi değerini kendi biçecekken başkasının onun yerine biçmesine... İzin verdiği ölçüde değerini azaltmış ve böylelikle kendi değerini önce kendi nezdinde kaybetmiştir. Ve biz bu olaya aşağılık kompleksi adını vermişizdir.
Peki ya kadın yattığı yerden hiç emek harcamadan sadece görünüşü ile bir yerlere gelmeye çalışıyorsa? Sürekli kendini geliştirmek yerine alavere dalaverelerle diğer insanlardan üstün olduğunu kanıtlama yarışına girdiyse? Üstelik bunu çevresindeki insanları özellikle diğer kadınları ezme pahasına yapıyorsa? İşte biz buna da yükseklik kompleksi adını vermişiz. Ve bu durumdaki bir insana çok da yapılabilecek birşey yokmuş anladığım kadarıyla...
Yalnız kalmaya mahkum bir insan, gerçekten çok üzücü!
Bu noktada nacizane tavsiyelerim olacak kadınlarımıza... Ha, sen kendini çözebildin mi sorusu sorarsanız bana, henüz değil ama eskiye göre daha rahat hissediyorum kendimi. Çözdükçe paylaşacağım işte böyle! :)
Bir kere her insan tektir ve bir nev'i şahsına münhasırdır. Önce bunu bir kabul etmemiz gerek. Başkasını unutup kendi özüne bakabilecek ki insan neden dünyaya geldiğini anlayabilsin. Yalnız bu duygu anlaşıldığı andan itibaren de insan kendini unutmalıdır artık. Unutsun ki diğer insanlara yardım edebilsin.
Kadının gerçekten yükü ağır. Hele ki bir de çocukları varsa kendine ayıracak vakit bulması iyice zorlaşır. O zaman kadın yine kendi içine bakmalıdır. Yaradılışından gelen kontrol hissi acaba aşırıya mı kaçmıştır? Hemen bir durum değerlendirmesi yapmalı, herşeyi kontrol etme hissiyatını bir kenara bırakmalıdır ki hem kendi hem etrafındakiler nefes alabilsin.
Bir kadının temiz ve bakımlı olması güzeldir. Ama aslında o her haliyle güzeldir, süste abartıya kaçınca özden uzaklaşılıyor gibi geliyor bana. Tercih yine içi güzelleştirmekten yana olmalı...
Özellikle kız çocuklarını yetiştirenlere de tavsiyem, erkek çocuklara ne haklar tanınıyorsa kızlara da aynı hakların tanınması olacaktır, her zaman eşit bir şekilde!Böyle yetişen bir kız çocuğundan hem iyi bir anne hem iyi bir eş, hem de iyi bir iş kadını olacağı kanaatindeyim.
Yazarken bile yoruldum, uygulamaya geçmek çok daha zor olacak eminim. Ama insanın kendini bilmesi kadar güzel birşey de yok bu dünyada!
İsteğim tüm kadınlarımızın layık olduğu değeri en iyi şekilde görmesi... Böylelikle toplulumumuz da güzelleşecek, herkes daha bir mutlu yaşayacak, buna çokça eminim.
8 Mart Dünya Kadınlar Günümüzü kutlar, kucak dolusu sevgilerimi bir demet yapıp her birinizin kalbine gönderirim.
Sevgiyle kalın

tuğba ünsal
8.03.2014
 11:41

23 Şubat 2014 Pazar

Tomurcuk ve Bulut



Tomurcuk ve Bulut

Seneler sonra yine bir pazar akşamında
Kardelenlerin açtığı mutlu bir gün ışığı kalmıştı
Sarı sandaletlerini giymiş bir kız çocuğu
Parka gitmiş usul usul bebeğiyle oynamaktaydı
Sıra selviler de yanı başında gülümsemekteydi
Yapraklarını birbirine değdirerek çıngırak misali
Ona sevgiyle eşlik etmekteydi

Sararmış hüzünler de yerini umuda bırakmışlardı
Çünkü...
Kalpten kalbe akış yeniden başlamıştı,
Yeni tomurcuklanan bir gül gibi...
Her kışın kendini saklaması nasıl mecburi ise
Her baharın kendini açması gibi bir şeydi hissedilen
Kozalağından doğmuş bir çam fidesi gibi...

Düşmek ne kadar doğal ve gerekli ise
O olmadan yükselmesi de mümkün değildi insanın
En nihayetinde...
Buhar olup yükselen su tanesinin,
Yağmur olup toprağa düşmesi gerektiği gibi...
Yalnız...
Tüm bu olanların ışığında,
'Arda kalan düşünce nedir?' diye sorulacak olursa,
İçin rahat bulutlara çıkıp oynayabilmek için
Şehrin ışıklarının iyi yanıyor olduğundan
Emin olunması gerektiğiydi!


23.02.2014
10:12
tuğba ünsal


Not: Resim, internetten alıntıdır.

4 Ocak 2014 Cumartesi

'Boş Hayaller'




Boş Hayaller

Çok yakın bir zamandı
Şakayıklar sarmalamıştı her bir yanı
Kırık kalpler ordusu da hazır ve nazır bulunmaktaydı
'Şölen başlasın' dediler hep bir ağızdan
Zira bir gelen vardı
Nefesler tutulmuş, en iyi köşeler kapılmıştı
Kimdi bu gelen? derken...
Sardunyalar cevapladı:
'Hiç kimse' diyarından 'Kont Boş Hayaller'di.
Ardına bile bakmadan ansızın çekip giden biriydi!

Sinsi kıyılardan, gün görmemiş bataklıklardan geçip
Genç kızların özlük haklarından
Çalmaktaydı, hiç utanmadan...
Oysa bilinir miydi önceden
Bu kadar acımasız olabileceği,
Tüm övgüleri bir bir toplayıp,
Sırtını sıvazlayanların, aferin diye alkış tutanların bile
Midesine oturabileceği,
Bilinemezdi.
Nereden bilinecekti?

Tüm bu kalabalığın arasında, göründü bir genç kız
Ayakları sevdiği bisikletin pedalında
Hayali vardı onun da, merakla beklenen bu Kontla...
Mor okyanuslar arasında, lacivert petunyalar karşısında
Yeşil bir evcikti, yaşamak istediği, onunla...
Pembe koltuğunda, dumanı yeni tütmüş ocak sıcaklığında,
Oturup beklemek isterdi sevdiğini, kedisi kucağında...

'Hayat bir çiçek tarlasıydı aslında
Üzerinde at sürebileceğin dört nala
Kızsam da günlerce sana
Affediveriyorum her nasılsa'

...diye bir mani yazıp kağıda, koydu özenle koynuna
Sonra pedalına yüklenip sürdü, sanki altında bir at varmışcasına
Limana vardığında, kıyıdan uzaklaşan bir gemi gördü
 'Eyvah!' dedi, yine geç kalmıştı o güzelim siyah saçlısına!

Tuğba Ünsal
1.1.2014
20:58


Not: Fotoğraftaki seramik çalışmamın adı 'Bisikletli Hemşire' / 'The nurse with bicycle' idi :D


https://www.facebook.com/photo.php?fbid=490816397663964&set=pb.102581566487451.-2207520000.1388819953.&type=3&theater