31 Ağustos 2009 Pazartesi

Bir Gezginin Anıları, Dördüncü gün: San Gimignano,Siena,Pisa, İtalya


12.08.2009 Çarşamba 08:12

Lord Byron’a göre dünyada gezilmesi gereken yerlerin 4. sırasında bulunan San Gimignano, 13. yüzyıldan bu yana varlığını sürdürmüş. Şehirde 13 tane kule olmasından ötürü adına 13 kuleli şehir de deniyor.

Kulelerin ilginç bir hikayesi var. Ortaçağ’da bu köye saldıran askerler buldukları ganimetlerin yanında köyün kızlarını da kaçırıyorlarmış. Gel zaman git zaman buna dayanamayan köy halkı kızlarını korumak için bu kuleleri inşa etmiş. Böylelikle askerler geldiğinde kızlarını kulenin tepesindeki odaya kapatıyorlar, böylelikle askerlerden kızlarını kaçırmış oluyorlar. Kuleleri görünce hak verdim, o kadar yüksek ki hiçbir insan evladı savaştıktan sonra üstüne o kulelere çıkıp kızları kaçıramaz! :)

Tepeciklerin üzerine kurulmuş olduğunu bol bol çıkılıp inilen yoldan anlıyoruz. Dar ama sevimli ortaçağ yollarının iki yanını küçük ama görünümleri muhteşem dükkancıklar sarmış. Toscana bölgesinde olduğumuz için ve yol boyunca bağlardan da anlaşılacağı üzere burası şaraplarıyla ünlü! Şimdi ismini unuttuğum iki ünlü şarabı tüm dükkanlarda yerini almış, içilmeyi bekliyordu. Özellikle seramik dükkanları çok güzeldi, hepsi elde boyanmış büyük tabaklar, sürahiler… Tahtadan yapılma eşyalar satan dükkan da oldukça güzeldi.

Pluripremiata, 2006’dan beri dünya şampiyonluğunu koruyan bir dondurmacı. Ben hayatımda böyle bir dondurma yemedim. Kavunlu dondurmanın her yerde tadına baktım ama limonçello yanında bu kavunlu hakikaten başkaydı. Ölmeden önce kesinlikle tadılmalı!

Ve unutmadan… Hristiyan aleminin baş simgesi olana haç şeklindeki kolyeleri San Gimignano’lular bulmuş ve patentini almışlar. Yıllık patent ücretlerini Vatikan’dan alıyorlar. Siz düşünün zenginliği!

Sırada Siena var. Mahalleleri birbirinden ayıran en önemli unsur mahallenin adı değil, binalara asılmış ve üzerinde çeşitli hayvan figürlerinin olduğu flamalar! Bir mahalleden diğerine geçerken flamalarda değişiyor. Tabi kilisenin cemaatinin değiştiğini de bu şekilde anlıyoruz.

Avrupa’nın en büyük meydanlarından biri olan Piazza del Campo, yelpaze şeklinde görüntüsüyle gerçekten çok büyük. Yılda iki kez yapılan eyersiz ata binme yarışı Palio festivali, bugün yapılacaktı. Gece olacağı için maalesef biz göremedik. Ama şimdiden etraf kalabalıklaşmaya başlamış. Eskiden kilise olan yerlerde atlar dinlendiriliyordu. İnsanlar kuyruğa girmiş ya bilet alıyorlar ya da iddia sırana girmişlerdi. Tam anlayamadım.

Kazanana ödül olarak altın işlemeli flama veriliyor ve bir dahaki oyuna kadar kazanan mahallenin flaması meydanda asılıyor.
Pistin yanlarına kurulmuş oturma yerleri bile ortaçağ filmlerinde gördüklerimizle aynıydı. Yani o zamandan kalan yerlerde oturup, ilginç flamaların boy gösterdiği yarışı izlerken herhalde insan kendini o çağda hissediyordur. Keşke görebilseydim!

Bunun haricinde sokaklar buram buram deri kokuyordu, güzel tasarımlı şık çantalar ve anahtarlıklar vardı. Beni tanıyanlar bilir, çantalara ne denli düşkün olduğumu. Burası benim cennetim olabilir. Ve nihayet Ludovico’nun son albümünü de bularak içim rahat Siena’dan ayrıldım.

Adım atmaya mecalim kalmadı ama şimdi de Pisa’dayız. 12. yüzyılda İspanya ve Afrika ile yaptığı anlaşmalar sonucu Pisa çok zenginleşmiş ve yemyeşil çimenleriyle ünlü Mucizeler Meydanı’na Duomo, vaftizhane ve ünlü eğik kulesi inşa edilmiş. Her insan evladı gibi Duomo ve vaftizhaneyle pek fazla ilgilenmeyip dikkatimi tamamen kuleye verdim. Kilisenin çan kulesi olarak inşa edilmiş olması hiç aklıma gelmemiş şimdiye kadar. Galileo Galilei, düşen objelerin hızını ölçmek için sıkça buraya gelirmiş. Şu Galileo da olmasa ne yapardı bilim dünyası!

Herkes tarafından sıkça çektirilen Pisa kulesini tutma pozlardan birkaç edindikten sonra nihayet dönüşe geçtik. Yatağa kendimi zor attım valla!

Yarın dillere destan Venedik…
E

29 Ağustos 2009 Cumartesi

Bir Gezginin Anıları, Üçüncü gün: Floransa, İtalya


11.08.2009 Salı 08:48

‘Rönesansın aydınlık yüzlü torunları’nın mekanına, Floransa’ya gidiyoruz. İtalya’nın ortalarına Toscana bölgesine doğru ilerliyoruz. Meg Ryan’ın ‘French Kiss’ filmini aratmayan bağlarla dolu bir yer burası. Ek olarak ayçiçek tarlaları sıra sıra dizilmiş, hepsi güneşe yüzlerini dönmüşler, mutlu bir şekilde… Tepelere yeşiller arasına gizlenmiş ortaçağdan kalma kaleler işlenmiş. Yeşile doya doya gidiyoruz.

Düzlük ve Arno nehrinin varlığından dolayı Floransa’yı ilk Sezar, askeri üs olarak kurmuş. Şimdiki şehir, Rönesansta Roma kalıntılarının üzerine kurulmuş.

İnsanları çok sade ama uyumlu giyiniyorlar. En önemlisi insaniyet bakımından gelişmiş olmaları. Bir profesörde olsanız, hiç okumayan biri de olsanız eşitsiniz. Zaten özel okul mevhumu yok, herkes devlet okullarına gidiyor ve öğrenciler her yıl zorunlu olarak görgü kuralları dersini almak zorunda. Bu da tabi insana verilen değeri gösteriyor. Zaten sokakta yürüdüğünüzde yol, arabaların olsa bile tüm arabalar size yol veriyor, sıraya girdiğinizde önünüzde bir bey varsa bayanlara yerini veriyor. İtalya’nın genelinde bu zihniyet hakim.

Sanatçı ruh, Floransa’da Rönesanstan beri nesilden nesile aktarılmış. Zaten böyle bir havayı soluyan bir insanın sanatçı olmamasına imkan yok! Sanatla iç içe olan çocukların zeka seviyesinin gelişimini gelin bir de siz düşünün!

Piazza della Signoria ve eski saray ve şimdi belediye binası olarak kullanılan Palazzo Vecchio’nun önündeyiz. Burada biraz Medici ailesinden bahsetmem gerek.

Mediciler Rönesans Floransa’sına damgasını vurmuş en önemli aile. 250 yıl Floransa’yı yönetmişler ve aileden iki kişi papa olmuş. İngilizce ‘medicine’ bu ailenin adından geliyor. Çünkü varlıklarına daha da varlık katan ilaç işine giriyorlar, tüm dünyaya ilaç satıyorlar. O kadar zenginleşiyorlar ki faizle para satmaya bile başlıyorlar.

İşte tüm Floransa onların sarayları, binaları, edindikleri tablolar ve yaptırdıkları heykellerle dolu. Bu meydan resmen Medicilerin bir zamanlar buraya ne kadar hakim olduklarının kanıtı.

Meydanın solunda Fontana di Nettuno, Ammannati’nin çeşmesinde deniz tanrısı Poseidon, etrafı su perileriyle çevrilmiş şekilde kabartılmış. Toscana deniz savaşları anısına dikilmiş.

Belediye binasının önünde Michelangelo’nun en ünlü heykeli Davud, zulüm karşısında kazanılan zaferin sembolü olarak dikilmiş. Yanlış anlamadıysam buradaki zulüm, Medici ailesinin halka yaptığı zulüm olabilir. Öyle ki halktan kaçmak ve yüzgöz olmamak için binalar arasına tepeden geçitler yaparak şehrin diğer tarafındaki yeni saraylarına gidip geliyorlarmış.

Medicilerin halka ve düşmanlarına uyarı niteliğinde Cellini’ye yaptırdıkları Perseus heykeli, görülmeye değer başka bir yapıt. Bir elinde kılıcı diğer elinde Medusa’nın kesit başı olan Perseus, adeta ‘Bakın, Medicilerle uğraşırsanız sonunuz böyle olur!’ der gibi.

Giambologna’nın tek bir mermer sütundan hayat verdiği ‘Sabine kadınlarının kaçırılış’ heykeli gerçekten görülmeye değer!

Meydanın hemen yanı başında İtalya’nın en büyük sanat galerisi olan Uffizi’nin dar yolundan geçiyoruz. İki yanımız göğe kadar Uffizi’nin binalarıyla kaplı. Medici ailesinden bu dünyaya tek kalan paha biçilmez tablolar burada sergileniyor. Sienalı ressam Simone Martini’nin Meryem’e Müjde’si, Boticelli’den Venüs’ün Doğuşu, Michelangelo’nun Kutsal Aile tablosu burada ikamet ediyor.

Buradan Arno Nehri’nin üzerine inşa edilmiş bir köprüye Ponte Vecchio’ya geldik. Yanlarında ve ortada sıra sıra kuyumcu dükkanları şıklıkta birbirleriyle yarışıyordu. Bizim allı, güllü, dallı altın mücevherlere inat, burada yarı değerli taşlarla ve camla birleştirilmiş, hepsi çok zarif ve sanat kokan tasarımlardı. Bayıldım!

En ünlü markaların olduğu büyük caddesinden geçerek nihayet portakal kubbeli Duomo, Santa Maria del Fiore’ye ulaştık. Avrupa’nın dördüncü büyük kilisesi olan Santa Croce, gotik tarzın en iyi örneklerinden. İçinde Michelangelo’dan Galileo’ya, Machiavelli’den Gaddi’ye ait freskler bulunuyor. Dış cephe olduğu gibi, beyaz, pembe ve yeşil mermerle giydirilmiş.

Kilisenin hemen ön tarafında bulunan vaftizhane’nin bronz kapısı ise tam bir baş yapıt! ‘Cennetin Kapısı’ adı verilen Lorenzo Gilberti’ye 1401 yılında vebadan kurtulmanın simgesi olarak ısmarlanmış. Aralarında Donatello’nun da bulunduğu yedi ayrı sanatçı arasından Gilberti seçilmiş, 21 yıl oğluyla beraber bu kapıya hayat vermişler. 10 ayrı karede İncil, Tevrat ve Kuran’dan sahneler kabartılmış. Adem ile Havva’nın cennetten kovuluşu, İbrahim peygamberin oğlunu kurban edişi sırasında gökten gelen koyun gibi…

Kapının adını da görünce ‘Aa, ne güzel cennet gibi!’ dediği için Michelangelo koymuş olmuş.

Kapının başka bir özelliği de Gilberti ve oğlunun kabartmalı olarak yüzlerinin kapı tokmaklarına işlenmiş olması. Bu sayede ölümsüzleşiyorlar. Bu kapıdan esinlenen Alfred Hitchcock, filmlerin sonunda hep kendisini gösterir ki yüzü ölümsüzleşebilsin!

Çok konuştum biliyorum, bir bu kadar daha konuşurum Floransa için. Hep istediğim Floransa cam küreciği elimde tadına doyamadan Floransa’dan ayrıldım.

Umarım bir kez daha gelebilirim.

Yarın Monte Catini bölgesi San Gimignano, Siena ve Pisa… :)
E

27 Ağustos 2009 Perşembe

Bir Gezginin Anıları, İkinci gün: Pompei, Napoli,İtalya


10.8.2009 Pazartesi 08:20

Heyyy yoooo!!! Pompei yolcuları kalmasın, üstelik Napoli yanında bedava!!!

Büyük bir beklentiyle Napoli yoluna düştük, ABBA’nın Super Trouper şarkısı eşliğinde Napoli ve Campania bölgesine doğru ilerliyoruz. Yolun iki tarafı tamamen yeşile boyanmış, öyle ki asfaltın griliği dışında yer yeşil, gök mavi… Yolların kenarlarında çit vazifesi gören betonların aralarına ya camdan bloklar koyup üzerine kuş resimleri yapmışlar ya da betonları küçük saksılar şeklinde yerleştirip içine çiçek dikmişler.

Adeta İstanbul yolunu aratmayan bir görüntü var burada. Yeşillik arasına serpiştirilmiş mütavazi fabrikalar… Ama ne fabrikalar! Nestle, Mercedes, BMW vs. Yol boyu tüm ünlü markaların fabrikaları bize eşlik etti. Yolların bazı yerlerine yerleştirilen SOS tabelaları üzerinde güneş panelleri yerleştirilmiş ki gece rahatça görülebilsin. Bir de yolda giderken hangi radyo kanalı çekiyorsa onun frekansını gösteren tabelalar vardı ki tam bana göre idi. :)

Söz radyodan açılmışken İtalyanların müzikte de eskiyi sahiplendiğini tüm radyo ve tv kanallarından anlamış bulunmaktayım. Neyse ki arada Eros Ramazzotti’nin şarkılarını dinleme fırsatı buldum. Tabi daha önce Mp3’üme yerleştirdiğim Ludovico Einaudi –ki sorduğuma göre ünlü bir edebiyatçıymış- benimle beraberdi.

Capua ilçesinden geçiyoruz. Roma döneminin en ünlü gladyatör okulu hemen sağımda kaldı. Filmlerden bildiğimiz ünlü Trakyalı Spartaküs bu okulda yetişmiş, kendini ispat edince kölelikten azad edilmiş.

Aralarda büyük nehirler göze çarpıyor. Zaten balkan ülkelerinden sonra en önemli su kaynakları İtalya Apenin’de… Bu yüzden 1926-1945 Mussolini döneminde önemli tarım reformları yapılmış. Her yıl çiftçiler daha iyi ürün alabilmek için eğitim almak zorundalar. Darısı başımıza!

İşte, ileride Vezüv göründü bile! Öyle ki Pompei’e doğru ulaşan lavların birikintisi dağa hala akıyormuş hissi vermiş. Görüntü muhteşem! Sonunda Vezüv’le tanışmak benim için güzel bir tecrübe oldu.

Arka fonda Vezüv, Napoli’nin içinden geçerek Pompei’e doğru gidiyoruz. Vezüv, İ.S 79 yılında patlayarak şehri 6m kalınlığında lav ve küllerle kaplamış. 16. yüzyılda keşfedilmesine rağmen 1748 yılında kazılara başlanmış. Biz sadece üçte birini görebileceğiz.

Pompei’e varıp yukarıdan baktığımda bu kadar büyük bir ören yeri olabileceğini düşünmemiştim. Bizim Pamukkale’deki Hierapolis’ten kat be kat büyük. Boşuna dünyadaki tüm ordinaryuslar burayı en iyi ören yeri seçmemişler!

2000 yıl öncenin kaldırım taşları üzerinde yürümek, pazar yerlerini görmek, evlerin içine ve hamamlarına girip duvarlarına dokunmak beni adeta o zamana götürdü. Ve tabi o zamanda yaşayan insanların taşlaşmış bedenlerini birebir görmek ve yüzlerindeki o acıyı hissetmek beni bir o kadar üzdü. Soylu Casii’nin evinde bile sadece yer döşemeleri, mozaikler ve yeşil bronz Fauna heykelciği dışında bir şey kalmaması dünyada ne kadar da misafir olduğumuzun bir kanıtıydı.

İlgi çekici olan başka bir ev, Lupanare yani bir genelevdi. Duvarlara asılmış çeşitli tablolar müşterilerin beğenisine sunulmuş, tabloya göre fiyatlar ayrı ayrı belirlenmiş.

Napoli’ye gelmişken en ünlü yemeği pizza olup da yememek olmazdı. Pizza söylediklerine göre Napoli’den çıkmış. Gerçi bir söylentiye göre de İtalyanlar bizim pideden esinlenmişler! Neyse… Son bir kere daha şansımı deneyeyim dedim, maalesef mozarella peyniri dışında yine bir özelliği yoktu. Hem mideme oturdu, hem de alerji olmama sebep oldu. Şansıma küseyim! :)

Sonra geldik Napoli’ye… Biz şu anda güneydoğu Napoli’deyiz. Sokaklar yine boş, dükkanların kalitesi inanılmaz düştü. Gelen geçenler de öyle! Zaten öğrendiğim kadarıyla Kuzey ne denli çalışkan, temiz, kurallara uygun yaşıyorsa güney tam tersi! Trafik kurallarını hiçe sayan, çarpık çurpuk arabalar her yerde… Zaten gelirken tabelalarda ‘30 dk sonra bir kaza var’ uyarıları yanıp sönmekteydi! İstediği gibi yaşayıp kafasına göre takılan insanlar, Napoli ve güney halkı, ee tabi hırsızlık olayları da cabası! Yolda yürürken her adım başı polislerle karşılaşmak bir yandan sevindirdi bir yandan da ürküttü. Ortadoğu ve Afrikalı insanlar Napoli köşelerini tutmuşlar, neyi bekliyorlardı Allah bilir!

Neyse, kazasız belasız sokaklarda yürüyorum. Tek kayda değer yapı -ki ona da bayıldım- Monte della Misericordia, Caravaggio’nun Merhametin Yedi Ameli adını taşıyan sekizgen kilisesiydi. Hangi insan evladı böyle sade ve görkemi bir arada dizayn edebilir diye uzun süre oturduğum yerden kalkamadım. Sekizgenin her bir köşesi dev mermer bloklarla zenginleştirilmiş, kubbe göz alabildiğine uzun ve camdan yapılmıştı. Ve kubbe yüzlerce küçük karelere bölünüp çiçek motifleri kabartılmıştı. Bilmiyorum, bence Vatikan’ın San Pietro’su yanında bu daha güzel göründü gözüme…

Limoncello’ları da güzeldi tabi, İtalya’ya gidip de Limoncello’suz dönmek Afyon’a gidip de kaymak almamaya benzer! Küçük cam bardaklar önce buzlukta bir süre tutulur, soğuk Limoncello’lar önce bardaklara yemekten sonra da mideye itinayla gönderilir. Gidenler mutlaka edinsin.

Sizin de fark ettiğiniz gibi Napoli’yi beğenmedim. Ama yine de bir kez de olsa görmek gerekir.

Yarın Floransa… Bakalım ‘While You Were Sleeping’ filminde övüldüğü kadar var mıymış?
E

26 Ağustos 2009 Çarşamba

Bir Gezginin Anıları Birinci gün: Roma, İtalya


9.8.2009 Pazar 24:29 Atlas Jet KK469 uçağıyla giderken bilinmeyenin verdiği bir heyecan vardı içimde. Çünkü ilk defa yalnız başıma ve hiç bilmediğim, dilini konuşamadığım bir ülkeye kendimi ışınlıyordum. Şu anki belirsizliği ortadan kaldırmak için kendimi yazmaya verdim. Günlüğümün ilk satırları bolca ‘Acaba’larla , ‘Nasıl’larla’ doldu. Merakımdan çatlamak üzereydim, yanımdaki insanlar da öyle olsa gerek, almışlar ellerine bir İtalya kitabı, başladılar plan yapmaya… Eee, ne de olsa kültür turizmi, kaldığın yer ya da yediğinden ziyade tarihte bir yolculuğa çıkmaktı esas olan! En azından kendim için öyle bir keşif bekliyordum.

Ve tam da istediğim gibi oldu!

İlk gün, iki saatlik uykuyla Roma’ya gözümü açtım. Önce tur rehberinin kendinden emin, konuşmasıyla oldukça birikimli olduğu anlaşılan tavırlarına mı yoksa tek tük gördüğüm İtalyanlara mı adapte olacağımı bilemedim. Zira öyle bir ana denk gelmişti ki ülkede İtalyanların yok olup yerine sadece turistlerin işgal ettiği bir ülke kalmıştı. Çünkü İtalyanların Ferragosta dedikleri Meryem’in cennete gitmesinden feyz aldıkları 15 Ağustos bayramı dahil her yer tatildi. Çoğu dükkan kapalıydı, yolda italyana rastlamamız mümkün olmadı, olanlar da beni İtalyanlara benzettiklerinden herhalde direk benimle İtalyanca konuşmaya başladılar. :)

Roma sokakları sabahın 8’inde oldukça sakin! Normal bir zamanda eminim arabadan geçilmeyecek bir trafikle karşılaşırdık ama şimdi otobüs adeta süzülüyor. Görebileceğiniz her yerde tam bir düzen ve temizlik! Buram buram Avrupa kokusu bu yüzden… 100 yıl önce ya da belki daha da eski yapıların içinde insanlar yaşamaya devam ediyor, yıkalım, paramızı çarçur edelim, komşumuza gösteriş yapalım kaygısı yok belli ki! Yüzyıllar boyunca tarihlerini tam anlamıyla korudukları için Unesco boşuna seçmemiş burayı! Görünce ülkemize yaptıklarımızdan ve yapacaklarımızdan oldukça utandım. Bir millet nasıl tarihine ve doğasına bu denli sahip çıkabilir, gözlerimle görmesem inanmazdım. İtalya’ya sıkça gelip giden siyasetçilerimizin bu durumdan feyz almasını ümit ediyorum.

Roma’nın en büyük amfi tiyatrosu Colosseum’un önünden geçiyoruz. İ.S 72 yılında Vespasianus tarafından yapımına başlanan ve İ. S 80 yıında 9000 hayvanın öldürülerek açılışı yapılan 55.000 kişilik Colosseum, bir zamanlar gladyatör savaşlarına tanıklık etmiş. Septimius Severus Sarayı’nın kalıntılarından geçerken ister istemez Harry Potter aklıma geldi. Yazarın İtalya’dan esinlendiği isimlerden belli! :)

Bir romandan başkasına sayfa açtım. Bu seferki Dan Brown’ın Melekler ve Şeytanlara konu olan Vatikandı. Gezilebilecek en iyi zamanlamada oradaydık, çünkü papa canlı canlı halkına vaaz veriyordu. Sıkı denetimin olduğu Vatikan’ın paralarını İsviçre bankalarına yatırması karşılığında gönderdiği İsviçre muhafızlarını ve kılık kıyafet tüzüğünü geçtikten sonra San Pietro’nun içine girdim. Elimde kamera farkında olmadan tavaf ettiğim San Pietro Kilisesi’nde hristiyan olsaydım hacı olacakmışım da haberim yokmuş. :)

Bir sürü heykel ve tablonun içinde kuşkusuz en güzeli Michelangelo’nun tek bir mermerden hayat verdiği Pieta heykeli, gerçekten görülmeye değerdi. Meryem ve kucağında İsa, sanki gerçekmiş de dondurularak bu zamana taşınmış gibiydi. Meryem’in göğsünde bulunan kurdelenin üzerinde Michelangelo’nun imzası, tek imzalı heykel olması bakımından esere önem katmış. (Geçmiş yıllarda Macar bir saldırganın Meryem’in bileğine zarar vermesinden ötürü eser, kurşungeçirmez cam bir bölümde teşhir ediliyordu.)

Oradan yapımına 1885’te başlanan Vittorio Emanuel Anıtı’nın ihtişamlı görüntüsüne geçiyoruz. Tarihi dokuyu bozduğu gerekçesiyle İtalyanlar bu yapının kaldırılıp başka bir yere naklini istiyorlarmış. Gerçekten de bu kadar turuncu, kahve yapının içinde bu anıt, pek bir beyaz kalmış!

Nicola Salvi’nin 1762’de tamamladığı Fontana di Trevi, yani bizimkilerin yakıştırmasıyla Aşk Çeşmesi’nin önündeyim. Çeşme’nin kabartmalarında yok yok! Tritonlar, Neptün yani denizlerin tanrısı Poseidon, susamış Romalı askerlere suyun kaynağını gösteren genç kız Trivia… Muazzam bir kalabalık, bir yandan önünde resim çektirebilmek için yarışıyor, bir yandan suyundan faydalanabilmek için yer kapmaya çalışıyor. Havuzun içi, dilek için atılan ışıl ışıl paradan görünmüyor desek yalan olmaz. Nitekim yıllık havuzdan toplanan paranın 112 milyon euro olduğunu söylememiz yeterli olur sanırım.

Ve geldik Piazza di Spagna’ya… Ünlü İspanyol Merdivenleri, 1720’lerde meydan ile yukarısındaki Fransız kilisesi Trinita dei Monti’yi birleştirmek için yapılmış. Merdivenlerin alt kısmındaki Fontana della Barcaccia çeşmesinin tasarımını ise Bernini’nin babası Pietro yapmış. Charles Dickens’ a göre burası zamanında sanatçıların ilgisini çekmeye çalışan modellerle doluymuş.

İlk öğle yemeğim, Piazza Mignanelli’deki bir kafedendi. Roma pizzası herhalde bu kadar korkunç olabilirdi. Gidenlerin ‘Gerçekten tadı çok farklı!’ dedikleri pizzayı inanın annem çok daha güzel yapıyor!

Akşamına tekrar Roma’nın bir başka merkezi Piazza Navona’dayız. Üç barok çeşme, lüks kafeleriyle ünlü bir meydan burası. Ressamlarla dolu mekana, Michael Jackson anısına gösteri yapan dansçılar eşlik ediyor. Yediğim lazanya’nın tadı hala damağımda…

Son olarak ara sokaklardan yürüyerek başka bir meydana geldiğimizde karşımdakini görünce büyülendim. Ünlü Pantheon karşımda mağrur edasıyla dikilmiş bana bakıyordu. Bütün tanrıların tapınağı adı verilen yapı İ.Ö 25 yıllarından kalma. Bu kadar korunmuş olması bir mucize gibi geldi bana. Dev sütunlu üçgen başlıklı yapı daha sonradan kiliseye çevrilmiş. Şimdi ise Raffaello’nun da aralarında bulunduğu İtalyan monarkların mezarlarını içeren bir anıt niteliğinde.

Güzel ve büyülü bir akşamın ardından yorgun ama mutlu bir şekilde yatağımdayım.

Yarın Napoli ve Pompei’deyim. Bakalım neler olacak? :)

E


Bir Gezginin Anıları Önsöz

Aklımda İtalya’da 8 gün boyunca gördüklerimi en ince ayrıntısına kadar anlatırım diye bir düşünce vardı hep. Ama ekranın karşısına geçince İtalya’ya gidecekler için haksızlık olur düşüncesiyle bu fikrimden vazgeçtim. Öyle ki insanlar aynı benim gibi karış karış dolaşarak, araştırarak kendileri öğrensinler, hissetsinler, keşfetsinler… Böylesi inanın daha zevkli ve akılda kalıcı…

Bu sebepten ötürü İtalya’da daha çok neler hissettiğimi paylaşmak istedim.

Ayrıca bilgilerime bilgi katan Ets tur rehberleri Ersin Ertekin ve Hakan Bey’e sonsuz teşekkürler…