27 Ağustos 2009 Perşembe

Bir Gezginin Anıları, İkinci gün: Pompei, Napoli,İtalya


10.8.2009 Pazartesi 08:20

Heyyy yoooo!!! Pompei yolcuları kalmasın, üstelik Napoli yanında bedava!!!

Büyük bir beklentiyle Napoli yoluna düştük, ABBA’nın Super Trouper şarkısı eşliğinde Napoli ve Campania bölgesine doğru ilerliyoruz. Yolun iki tarafı tamamen yeşile boyanmış, öyle ki asfaltın griliği dışında yer yeşil, gök mavi… Yolların kenarlarında çit vazifesi gören betonların aralarına ya camdan bloklar koyup üzerine kuş resimleri yapmışlar ya da betonları küçük saksılar şeklinde yerleştirip içine çiçek dikmişler.

Adeta İstanbul yolunu aratmayan bir görüntü var burada. Yeşillik arasına serpiştirilmiş mütavazi fabrikalar… Ama ne fabrikalar! Nestle, Mercedes, BMW vs. Yol boyu tüm ünlü markaların fabrikaları bize eşlik etti. Yolların bazı yerlerine yerleştirilen SOS tabelaları üzerinde güneş panelleri yerleştirilmiş ki gece rahatça görülebilsin. Bir de yolda giderken hangi radyo kanalı çekiyorsa onun frekansını gösteren tabelalar vardı ki tam bana göre idi. :)

Söz radyodan açılmışken İtalyanların müzikte de eskiyi sahiplendiğini tüm radyo ve tv kanallarından anlamış bulunmaktayım. Neyse ki arada Eros Ramazzotti’nin şarkılarını dinleme fırsatı buldum. Tabi daha önce Mp3’üme yerleştirdiğim Ludovico Einaudi –ki sorduğuma göre ünlü bir edebiyatçıymış- benimle beraberdi.

Capua ilçesinden geçiyoruz. Roma döneminin en ünlü gladyatör okulu hemen sağımda kaldı. Filmlerden bildiğimiz ünlü Trakyalı Spartaküs bu okulda yetişmiş, kendini ispat edince kölelikten azad edilmiş.

Aralarda büyük nehirler göze çarpıyor. Zaten balkan ülkelerinden sonra en önemli su kaynakları İtalya Apenin’de… Bu yüzden 1926-1945 Mussolini döneminde önemli tarım reformları yapılmış. Her yıl çiftçiler daha iyi ürün alabilmek için eğitim almak zorundalar. Darısı başımıza!

İşte, ileride Vezüv göründü bile! Öyle ki Pompei’e doğru ulaşan lavların birikintisi dağa hala akıyormuş hissi vermiş. Görüntü muhteşem! Sonunda Vezüv’le tanışmak benim için güzel bir tecrübe oldu.

Arka fonda Vezüv, Napoli’nin içinden geçerek Pompei’e doğru gidiyoruz. Vezüv, İ.S 79 yılında patlayarak şehri 6m kalınlığında lav ve küllerle kaplamış. 16. yüzyılda keşfedilmesine rağmen 1748 yılında kazılara başlanmış. Biz sadece üçte birini görebileceğiz.

Pompei’e varıp yukarıdan baktığımda bu kadar büyük bir ören yeri olabileceğini düşünmemiştim. Bizim Pamukkale’deki Hierapolis’ten kat be kat büyük. Boşuna dünyadaki tüm ordinaryuslar burayı en iyi ören yeri seçmemişler!

2000 yıl öncenin kaldırım taşları üzerinde yürümek, pazar yerlerini görmek, evlerin içine ve hamamlarına girip duvarlarına dokunmak beni adeta o zamana götürdü. Ve tabi o zamanda yaşayan insanların taşlaşmış bedenlerini birebir görmek ve yüzlerindeki o acıyı hissetmek beni bir o kadar üzdü. Soylu Casii’nin evinde bile sadece yer döşemeleri, mozaikler ve yeşil bronz Fauna heykelciği dışında bir şey kalmaması dünyada ne kadar da misafir olduğumuzun bir kanıtıydı.

İlgi çekici olan başka bir ev, Lupanare yani bir genelevdi. Duvarlara asılmış çeşitli tablolar müşterilerin beğenisine sunulmuş, tabloya göre fiyatlar ayrı ayrı belirlenmiş.

Napoli’ye gelmişken en ünlü yemeği pizza olup da yememek olmazdı. Pizza söylediklerine göre Napoli’den çıkmış. Gerçi bir söylentiye göre de İtalyanlar bizim pideden esinlenmişler! Neyse… Son bir kere daha şansımı deneyeyim dedim, maalesef mozarella peyniri dışında yine bir özelliği yoktu. Hem mideme oturdu, hem de alerji olmama sebep oldu. Şansıma küseyim! :)

Sonra geldik Napoli’ye… Biz şu anda güneydoğu Napoli’deyiz. Sokaklar yine boş, dükkanların kalitesi inanılmaz düştü. Gelen geçenler de öyle! Zaten öğrendiğim kadarıyla Kuzey ne denli çalışkan, temiz, kurallara uygun yaşıyorsa güney tam tersi! Trafik kurallarını hiçe sayan, çarpık çurpuk arabalar her yerde… Zaten gelirken tabelalarda ‘30 dk sonra bir kaza var’ uyarıları yanıp sönmekteydi! İstediği gibi yaşayıp kafasına göre takılan insanlar, Napoli ve güney halkı, ee tabi hırsızlık olayları da cabası! Yolda yürürken her adım başı polislerle karşılaşmak bir yandan sevindirdi bir yandan da ürküttü. Ortadoğu ve Afrikalı insanlar Napoli köşelerini tutmuşlar, neyi bekliyorlardı Allah bilir!

Neyse, kazasız belasız sokaklarda yürüyorum. Tek kayda değer yapı -ki ona da bayıldım- Monte della Misericordia, Caravaggio’nun Merhametin Yedi Ameli adını taşıyan sekizgen kilisesiydi. Hangi insan evladı böyle sade ve görkemi bir arada dizayn edebilir diye uzun süre oturduğum yerden kalkamadım. Sekizgenin her bir köşesi dev mermer bloklarla zenginleştirilmiş, kubbe göz alabildiğine uzun ve camdan yapılmıştı. Ve kubbe yüzlerce küçük karelere bölünüp çiçek motifleri kabartılmıştı. Bilmiyorum, bence Vatikan’ın San Pietro’su yanında bu daha güzel göründü gözüme…

Limoncello’ları da güzeldi tabi, İtalya’ya gidip de Limoncello’suz dönmek Afyon’a gidip de kaymak almamaya benzer! Küçük cam bardaklar önce buzlukta bir süre tutulur, soğuk Limoncello’lar önce bardaklara yemekten sonra da mideye itinayla gönderilir. Gidenler mutlaka edinsin.

Sizin de fark ettiğiniz gibi Napoli’yi beğenmedim. Ama yine de bir kez de olsa görmek gerekir.

Yarın Floransa… Bakalım ‘While You Were Sleeping’ filminde övüldüğü kadar var mıymış?
E

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder