11 Temmuz 2014 Cuma

Hayrına biraz umut mu dağıtsak?



Hayrına biraz umut mu dağıtsak?

Çok evvel önce, sapla samanın ayrılmadığı vakitlerdendi. Buğdayların fütursuzca sallanıp başlarını eğmemelerinin ardından çok da geçmemişti. Sakız gibi yapışan düşüncelerin ardından, keresteleşmiş ama bir türlü yumuşatılamayan fikirlerin son bulduğu zamanlardı. Öyle bir zamandı ki kim olsa aynı hisleri taşırdı. Ve yük her zamanki gibi ağırdı.

Serin ve bir o kadar da iç gıcıklayıcı zamanlardı. Kader, bilinmezi taş örgülerle çevirmişti. Oysa gerçekler bir saksağan uçuşu mesafesindeydi. Sarı sardunyalar da renk katmaktaydı ama sanki yeterli değildi, tüm bu yaşanmışlıkları anlatabilmek için...

Şakayıklar, bülbüle anlatabilirdi belki tüm bu olanları... Kimbilir? Hikaye, sade ama akıcı olmalıydı. Ne kadar az bilinirse belki o kadar iyi olacaktı. İnsanlık, sefillikten kurtulacaktı ama... Can kırıntılarının ve alev toplarının arasından kolay mıydı öyle geçmek? Herkesin arasından sıyrılıp öylece varış çizgisinde bitivermek! İnsan, bu noktada anlıyor ki ipi göğüslemek için yalnız olmalıydı. Bu, en temel kuraldı.

İnsan yola çıktığında bakıyor ki sesler, sokaklar, silüetler birbirine karışmış. İçi boşalmış duyguların ardından saklanılacak maskeler de ortadan kalkmış. Şekilsiz bir o kadar da biçimsiz gurur da fazlaydı. Ama ne yapacaksın? Eller mahkumdu!

Ekmek arası sevgiler de karın doyurmuyordu artık. Şişmanlamaya yüz tutmuş kalpler ordusuna dönmüştü ortalık. Atsan atılmaz, satsan satılmaz misali öylece yer işgal ediyorlardı. Seçmece günler çoktan geride kalmıştı. Özleniyordu.

Birbiri ardına yaşanmışlıklar, şişelenmiş ama yıllanamamış şaraplar gibi sessiz, kimsesiz durmaktaydı. Yaşamın tam kendisiydi belki de... Yine de insan kabullenmek istemiyordu. Bunca yılın bir anlamı olmalıydı. Bir tadı, damağı olmalıydı. Belli ki daha zaman dolmamıştı. Olgunlaşmaydı bunun adı.

Bazen eskeza sihirli bir değnek denk geliyordu insana. Nadir ve çok değerli bir andı bu. Kılı kırk yaranlara münhasırdı belki. İnsanı özel hissettiren özel anlardı bunlar. Adına 'umut' diyeceğimiz kıyıda köşede kalmış, ne derler 'elmas' kadar değerliydi. Seçilemiyordu. Sadece denk geliyordu. Belki de kırık kalplere merhem oluyordu. Dertlere derman oluyordu. Hangi dozda verileceğine kader karar veriyordu. Öyle her eczanede bulunmuyordu!

Belki de insan, bu müstesna zamanların hatırına dünyaya geliyordu. Birçok acı ve ıstıraba rağmen yine de nefes alabilmekti belki de güzel olan... Pek çok sevdiğini yitirmek, haksızlıklar, haykırışlar, göz yaşları arasında yeniden yeşillenen küçük bir mum gibiydi umut. Sanki acıkılınca peksimet görevi görüyordu. Şaşkınlığa uğramış fakat bir o kadar da bozuntuya verilmemişliğin hediyesiydi belki de... Kırık kalpler ordusunu ayağa kaldırmak için kullanılan yegane olguydu. Bir türlü vazgeçilemeyen...

İşte hayattı bu! Az biraz umut serpiştirilmiş, biraz da mutluluk ekilmişti. Ruhunu doyurur muydu? Bazen doyurmuyordu. Bazen seneler geçse de tadı damağında kalıyordu. Asla hafızadan silinemiyordu. Belli ki silinmek de istenmiyordu.

Elinde avucunda kalanlara bir bakınca insan, olsun diyordu. Yine de var olmak güzel bir şey! Sadece var olmak, boşlukta bir yer kaplamak... Sadece bu! Gerisi hikaye gibi geliyordu çoğu zaman. Böyle düşününce ne kırıklar kalıyordu ne taşkınlıklar... Hiçlik içinde bir huzurdu hissedilen... Ve çoğu zaman anında kaybedilen!

Sessiz sedasız geçen zamanların ardından, kırık kalpler ormanının tam ortasından böyle bir hikaye geçti. Geçti de dimağlarda hala pek çok soru bıraktı. Ama herşeye rağmen yapılabilecek tek bir şey kalmıştı:

Şükürdü bunun adı.


tuğba ünsal
11.07.2014

00:05

Not: Fotoğrafı, Yenişehir Denizli'de çekmiş idim.