Hayrına biraz umut mu dağıtsak?
Çok evvel önce, sapla
samanın ayrılmadığı vakitlerdendi. Buğdayların fütursuzca
sallanıp başlarını eğmemelerinin ardından çok da geçmemişti.
Sakız gibi yapışan düşüncelerin ardından, keresteleşmiş ama
bir türlü yumuşatılamayan fikirlerin son bulduğu zamanlardı.
Öyle bir zamandı ki kim olsa aynı hisleri taşırdı. Ve yük her
zamanki gibi ağırdı.
Serin ve bir o kadar da
iç gıcıklayıcı zamanlardı. Kader, bilinmezi taş örgülerle
çevirmişti. Oysa gerçekler bir saksağan uçuşu mesafesindeydi.
Sarı sardunyalar da renk katmaktaydı ama sanki yeterli değildi,
tüm bu yaşanmışlıkları anlatabilmek için...
Şakayıklar, bülbüle
anlatabilirdi belki tüm bu olanları... Kimbilir? Hikaye, sade ama
akıcı olmalıydı. Ne kadar az bilinirse belki o kadar iyi
olacaktı. İnsanlık, sefillikten kurtulacaktı ama... Can
kırıntılarının ve alev toplarının arasından kolay mıydı
öyle geçmek? Herkesin arasından sıyrılıp öylece varış
çizgisinde bitivermek! İnsan, bu noktada anlıyor ki ipi göğüslemek
için yalnız olmalıydı. Bu, en temel kuraldı.
İnsan yola çıktığında
bakıyor ki sesler, sokaklar, silüetler birbirine karışmış. İçi
boşalmış duyguların ardından saklanılacak maskeler de ortadan
kalkmış. Şekilsiz bir o kadar da biçimsiz gurur da fazlaydı.
Ama ne yapacaksın? Eller mahkumdu!
Ekmek arası sevgiler de
karın doyurmuyordu artık. Şişmanlamaya yüz tutmuş kalpler
ordusuna dönmüştü ortalık. Atsan atılmaz, satsan satılmaz
misali öylece yer işgal ediyorlardı. Seçmece günler çoktan
geride kalmıştı. Özleniyordu.
Birbiri ardına
yaşanmışlıklar, şişelenmiş ama yıllanamamış şaraplar gibi
sessiz, kimsesiz durmaktaydı. Yaşamın tam kendisiydi belki de...
Yine de insan kabullenmek istemiyordu. Bunca yılın bir anlamı
olmalıydı. Bir tadı, damağı olmalıydı. Belli ki daha zaman
dolmamıştı. Olgunlaşmaydı bunun adı.
Bazen eskeza sihirli bir
değnek denk geliyordu insana. Nadir ve çok değerli bir andı bu.
Kılı kırk yaranlara münhasırdı belki. İnsanı özel
hissettiren özel anlardı bunlar. Adına 'umut' diyeceğimiz kıyıda
köşede kalmış, ne derler 'elmas' kadar değerliydi.
Seçilemiyordu. Sadece denk geliyordu. Belki de kırık kalplere
merhem oluyordu. Dertlere derman oluyordu. Hangi dozda verileceğine
kader karar veriyordu. Öyle her eczanede bulunmuyordu!
Belki de insan, bu
müstesna zamanların hatırına dünyaya geliyordu. Birçok acı ve
ıstıraba rağmen yine de nefes alabilmekti belki de güzel olan...
Pek çok sevdiğini yitirmek, haksızlıklar,
haykırışlar, göz yaşları arasında yeniden yeşillenen küçük
bir mum gibiydi umut. Sanki acıkılınca peksimet görevi görüyordu.
Şaşkınlığa uğramış fakat bir o kadar da bozuntuya
verilmemişliğin hediyesiydi belki de... Kırık kalpler ordusunu
ayağa kaldırmak için kullanılan yegane olguydu. Bir türlü
vazgeçilemeyen...
İşte hayattı bu! Az
biraz umut serpiştirilmiş, biraz da mutluluk ekilmişti. Ruhunu
doyurur muydu? Bazen doyurmuyordu. Bazen seneler geçse de tadı
damağında kalıyordu. Asla hafızadan silinemiyordu. Belli ki
silinmek de istenmiyordu.
Elinde avucunda
kalanlara bir bakınca insan, olsun diyordu. Yine de var olmak güzel
bir şey! Sadece var olmak, boşlukta bir yer kaplamak... Sadece bu!
Gerisi hikaye gibi geliyordu çoğu zaman. Böyle düşününce ne
kırıklar kalıyordu ne taşkınlıklar... Hiçlik içinde bir
huzurdu hissedilen... Ve çoğu zaman anında kaybedilen!
Sessiz sedasız geçen
zamanların ardından, kırık kalpler ormanının tam ortasından
böyle bir hikaye geçti. Geçti de dimağlarda hala pek çok soru
bıraktı. Ama herşeye rağmen yapılabilecek tek bir şey kalmıştı:
Şükürdü bunun adı.
tuğba ünsal
11.07.2014
00:05
Not: Fotoğrafı, Yenişehir Denizli'de çekmiş idim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder