11 Aralık 2009 Cuma

Kelimeler ardına saklanan...

Sevinç-tutunmak-tırmanmak-nefes-uçmak-hissetmek-rüzgar-günbatımı-düşmek-hız-toparlanmak-dağ-‘I've Been Walking In This Road…’-havada asılı kalmak-süzülmek-koklamak-çiçek-görmek- renk cümbüşü-yağlıboya-fırça-darbe-karıştırmak-turnusol-mavi-gömlek-‘Time Passing Me By…’-deniz-kar-ağaç-güzellik-güneş-tepe-saklanmak-okyanus-melek balığı-baştan başlamak-kış-üşümek-zihin açıklığı-‘Letting Go Of What I Couldn't Hold…’-durgunluk-işitmek-rüya-inanç-göz-yapmak-yaratmak-cam-sonsuzluk-seçenek-hiçlik-beyaz-uzay-Andromeda-kurt deliği-zaman-mekan-boyut-spiral galaksi-t cetveli-‘Finding Places To Hide…’-papatya-kucaklamak-ayrılmak-dönüş-kararsızlık-saçmalamak-karışıklık-dinlemek-ses-kalabalık-sessizlik-‘I've Been Watching You Closely…’-hikaye-harf-şelale-daktilo-kitap-merak-doymazlık-şarkı-nota-kalp-söylemek-beste-gitar-piyano-tuşlar-eller-ahenk-dans-‘Every Move That You Make…’-korumak-kırılmak-bağırış-öğretmek-film-romantik komedi-Mısır-beklemek-Ra-İrem-İstanbul-Ayasofya-Beşiktaş-şampiyonluk-Alan Parsons-konser-‘And All The Things You've Showed To Me …’-ceviz-fidan-tel-havuz-badem-sabırsızlık-çapalamak-civa-yol-yağmur-bastırmak-uçak-‘Are Getting Harder To Take…’-taş-ırmak-Honda-ışık-gökkuşağı-bulut-zerre-dua-Tanrı-melek-‘I Wish That We Could Begin From The Start …’-bütün-birleştirmek-puzzle-egzersiz-koşmak-ayakkabı-çanta-cüzdan-pul-CD-DVD-‘I Pray That I Could Be Brave Enough …’-laptop-çöplük-çizmek-‘To Show You How Easily I Fall Apart …’-çitlemek-çekirdek-izlemek-‘I Can't Let You Know…’-yatak-sıcaklık-sabah-pırıltı-yeşil-menekşe-portakal-limon-süt-böğürtlen reçeli-zeytin-peynir-ekmek-‘That I Can't Let It Show…’-yürümek-Tobby-cips kokusu-hayal-boncuk-saat-müzik-'Cause I'd Rather Be Without Than Be Without You …’-İngilizce-Matematik-Türkçe-C vitamini-kağıt kokusu-damla sakızı-Türk kahvesi-‘I Guess I Feel Like A Stranger…’-Floransa-MilleFiori-Kıbrıs-ceviz tatlısı-Prag-düş-çimen-atom-kovalent bağ-Grignard deneyi-‘When It Comes Down To Love…’-arkadaşlar-dostluk-özlem-kahkaha-aile-akrabalar-çocuklar-neşe-oyun-oyuncak-Amatist-pembe kuartz-yeşim-‘I'm Too Aware of The Danger…’-közlenmiş mısır-parmesan peyniri-Jane Austen-Mike Oldfield-Ludovico Einaudi-‘That It Can Bring Upon Us’-Su-The End


Not:Satır aralarına sıkışmış 'Without' adlı şarkı sözleri Jack Savoretti’ye aittir.

E

10 Eylül 2009 Perşembe

Bir Gezginin Anıları Son gün: Sirmione, Garda Gölü, Verona, İtalya


15.08.2009 Cumartesi

Adını çok eski bir yerleşim yeri olan Garda’dan alan Garda Gölü, İtalya’nın en büyük gölü aynı zamanda. Sayısız spor tesisi, zirveleri karla kaplı dağların manzarasıyla sadece İtalyanların değil gördüğüm kadarıyla çevre ülkelerin de rağbet ettiği bir sayfiye yeri. Çünkü yola ip gibi dizilmiş İtalyan plakalarına İsviçre plakaları karışmıştı. Tüm İtalya gezim boyunca görmediğim İtalyanların Garda Gölü’ne saklanmış olduğunu görmek beni çok da şaşırtmadı. Çünkü bizdeki Bodrum, Çeşme ne ise Garda Gölü de o demek! Lüks villaların sahil kenarına dizildiği Sirmione kasabası benim Garda Gölü’nde görebildiğim tek yer oldu.

Çok şirin bir yarımada Sirmione. Evler yine ortaçağdan kalma. Balkonlarına mor ve pembenin her tonundan begonviller eşlik etmiş. Değişik takı dükkanlarının ve özellikle emay kaplı seramik tabloların olduğu bir yer. Suyu sıcak, görüntüsü açık turkuaz olan gölün baş tacı, Rocca Scaligera adı verilen bir ortaçağ kalesiydi. Kalenin surlarına tünemiş martıların sevimliliği görülmeye değerdi.

Sıra, bir zamanlar Romeo ve Juliet’in aşklarına tanık olmuş Verona’da! Gerçekten pastel renklerde binaları, sokak sanatçılarıyla tam da aşık olunacak bir şehir Verona. Baştan çıkaran dükkanları, şehrin altındaki Roma kalıntıları ve özellikle Juliet’in Via Cappello No:27’deki evi mutlaka gezilmeli. 1520’de Vicenzalı Luigi da Porto’nun kaleme aldığı öyküyü sonraları en çok William Shakespeare’dan okuduk. İki genç aşığın bir zamanlar balkonun altında birbirlerine olan aşklarını müzik yoluyla dile getirmeleri gözümün önünde canlandı. Evin bahçesinde bulunan Juliet heykelinin göğsüne dokunularak çektirilen resimler, insanların aşka ve aşık olmaya ne kadar ihtiyaçları olduklarının kanıtıydı. Bir de evin duvarına sevdiğiniz kişiyi ve kendi isminizi yazarsanız sevginizi sonsuza kadar tescillemiş oluyorsunuz. Benden söylemesi!
Üşenmeyip ve kaybolmayı göze olarak Verona’nın uçlarına doğru geldiğimde büyük bir nehrin şehri ikiye bölmüş olduğunu gördüm. Ortada büyük bir köprü, karşı tarafın dağlarında ise yeşillikler içinde saraya benzer yapılar ve kaleler çok güzeldi.

Bugün Ferragosta tatili olması bakımından cumartesi olmasına rağmen tüm kiliselerde ayinler düzenlenmişti. Yıllarca kültür olsun diye dinlediğim Gregorian müziklerini Verona Katedrali Santa Maria Matricolare’de canlı olarak dinleme şansım oldu. Müziğin farklı din, dil ve ırktan insanları birleştirmesi ancak böyle bir şey olsa gerekti.

Geçen sene ölen Heath Ledger’in Casanova’yı çekerken ayak bastığı Verona meydanında son bir kez turladım. Ve Verona, dönüş yolculuğuma çıkarken ‘İyi ki gördüm’ dediğim ender yerler arasında yerini aldı.

Umarım İtalya’yı merak edenler için bir nebze de olsa fikir verebilmişimdir.

Sevgiyle…

E

6 Eylül 2009 Pazar

Mutluluğun sırrı...

Bakın şu doğaya… Yeşilin bin bir rengi, mavinin tonlarına karışmış. Maviye serpiştirilmiş pembe ve turuncunun kontrasına hayran kalmamak elde mi? Ya o çiçeklerin renklerine ne demeli? Boya kutusundan devrilmiş de birbirine karışmışlar gibi… Her birinin adı da farklı hikayesi de…

Morun ve pembenin her tonunu içinde barındıran hercai menekşe, size ne kadar vefalı olabilir yazın o güzel kokuları arasında…

Kışın soğuğunda açan ve adeta kışa egemenliğini ilan eden kardelen, size ne kadar eşlik edebilir tüm toprak ona ait olunca…

Sarı ve beyazın bu kadar yakıştığı, yaprakları olmasa sevgilinizin sizi sevip sevmediğini nerden bilebilirdiniz o güzelim papatyalar olmasa… Söyleyin bana bu şirinliğinizi kimden aldınız? Var mı sizler gibi dost canlısı, güler yüzlüsü… Sizleri bir kerecik koklayabilmek için ölmenize izin veremem. Eğer ölürseniz bir gün, her zaman başımın tacı olacaksınız!

Sizinle yarışacak olan akrabanız kasımpatı ya da ayçiçeği olabilir mi? Uzun ömrün ve dayanıklılığın simgesi kışa damgasını vurduğundan mı bilinmez, bir kasımpatıyı gördüğünüzde içinizdeki çiçek de açar, hayat bulur yüreğiniz. Hele o kırmızısı yok mu, mest olmak için uzaklara bakmaya gerek yoktur, ona sevgiyle bakmanız yeterlidir. Görebilene…

Ya o ayçiçekleri… Bayılıyorum o sarıya… Arı olup çekirdeklerinde yüzmek istiyorum. Beslenmek istiyorum her bir zerresinden… Adeta güneşe çevrilmiş bir çekirdek havuzunda yıkanıyorum, canım istediğinde havuzdan besleniyorum. Aynı çikolata dolu bir nehirde yüzmek gibi… Sorarım var mı daha alası?

Ardından arka fonda Derya Köroğlu söylemeye başlıyor…
"... K
aranfiller açıyordu o zamanlar gözlerinde, bir baksam kül olurdum yüzüne, başın alıp gittiğinde yağmurlar küstü bana, bir daha yağmadılar çoşkuyla, bir karanfil yağsa yağmur büyülense yeniden dünya, gün olup da geleceksen usul usul gün yağarken, gözlerinde karanfiller açacaklar tutuşup yine..."

Söyle ey karanfil, var mı senden güzeli bu şarkıyı duyunca… Her bir kıvrımında ayrı güzellikler saklarsın, insanın başını başından alırsın.

Şimdi bir pelikan olsam, yüzsem kanat çırpıp şu engin mavide… Her bir zerresini dolaşsam da doyamam bulutlarla kaplı semayı… Bırakırım kendimi boşluğa, nasılsa rüzgarın yardımıma koşacağını bilirim. Alırım kanatlarımın altına, başlarım dağ bayır dolaşmaya, havayı içime doldurmaya… Bazen baharatlı, bazen çiçek bazen de yosun kokar, iyot kokar. Bilirim denize yaklaştığımı…

Hiç düşünmeden dalarım içine mavi boşluğun… Daldıkça dalasım gelir, suyu tenimde, ağzımda tuzunu hissetmek isterim. Yanımda çiçekler kadar güzel balıklar, büyükten küçüğe, sarısından çivit mavisine benimle beraberdir. Ahtapotun kolu omzuma dolanmış, yunus tüm içtenliğiyle yol gösterir bana. Önceden keşfettiği tüm güzellikleri bana göstermek ister, benimle paylaşmak istercesine…

Oradan ters bir pike yapıp yukarı daha da yukarı çıkarım, bulutları delip dünyayı bir çırpıda terk ederim. Sırf o siyahı görebilmek için, siyahta yıkanabilmek için… Ne güzel bir siyahtır o! Sarı, beyaz, kırmızı kandiller yakmıştır, kendini bana daha süslü göstermek için. Hareleriyle benimle beraber dönen şu Satürn’e de bakın, ya şu Jüpiter’in ihtişamı… Güneş’in fıkır fıkır kaynayan turuncu yüzü bana ne kadar da hoş gelir, yüzümü okşar, sıcaklığı içime yayılır.

Nereye gidersem gideyim hep bir güzellikle karşılaşırım, istisnasız, kusursuz…

Mahrum kalmayın, siz de açın şu gözlerinizi…

Hadi ne duruyorsunuz, mutluluk treni kalkıyor…

Sonsuz mutluluğa yelken açıyor…

Kaçırmayın, hemen dalın!

E

4 Eylül 2009 Cuma

Bir Gezginin Anıları, Altıncı gün: Milano, İtalya


14.08.2009 Cuma

Tüm Milano bayram öncesi sessizliğini yaşıyordu. Yarın Ferragosta tatili olduğu için herkes şehri terk etmiş. Sadece turistlere ait bir şehir görüntüsü yılın ancak bu zamanına denk gelebilirdi. Sokaklarda çıt yok. Heybetli binaların, şık dükkanların alabildiğine uzandığı soğan halkası biçimindeki meydanlar, içinde insan olmayınca ne kadar da anlamsız… Eyvah! dedim içimden. Bugün çok sıkıcı olacak!

…derken kıyıdan köşeden Duomo’nun kulelerini gördüm. Tam karşıma dikilmiş, Tim Burton animasyonlarından çıkmışcasına şu ana kadar gördüğüm en muazzam, en bakılası hatta en merak uyandıranıydı. O kadar çok detay var ki üzerinde, 40 yıl bakılsa ancak sindirilebilecek. 157 m yüksekliğe 92 metre eniyle dünyanın en büyük Gotik katedrali olan Duomo, 14. yüzyılda Prens Gian Galeazzo Visconti’nin emriyle yapımına başlanmış, ancak 500 yıl sonra tamamlanabilmiş. Kapılardaki rölyeflere Bakire Meryem’in ve Sant’ Ambriogo’nun hayatı ve Milano tarihi işlenmiş.

Bacaklarıma son anda bulup sarmaladığım eşarpla içeriyi dolaşmak biraz zor oldu ama acelem yoktu nasılsa, Duomo’nun içindeki vitrayları içime çekmek için… Abartısız elli metre yüksekliğinde küçük karelere ayrı ayrı işlenmiş hikayeler, Duomo’nun içine renk ve ahenk katmış. Almanlarla yapılan savaşta bombalardan korunması için vitraylar tek tek çıkartılıp mahsene saklanmış, savaş sona erince yerlerine yerleştirilmiş. Kilise vitraylarına olan düşkünlüğüm ta lise yıllarında aldığım pullardan belliydi. Ama onları üç boyutlu olarak görmek beni gerçekten çok mutlu etti. Hikayelerin anlamlarını da bilmeye gerek yoktu, nasılsa hepsinin fısıldadığı ‘Sonsuz Aşk’tı.

Meryem’e adanmış dünyanın en büyük katedraleri sıralamasında 4. ya da 5. olan Duomo şimdilik benim kalbimde bir numara! Şimdilik diyorum çünkü daha La Sagrada Familia’yı görmedim. :)

Duomo’nun hemen yanında Milano’nun oturma odası olarak bilinen Galleria Vittorio Emanuele, Giuseppe Mengoni tarafından 1865’te tasarlanmış. Ama 1877’de pasajın tamamlanmasına bir yıl kala Mengoni çatıdan düşerek ölmüş. Latin haçı olarak tasarlanmış galerinin sekizgen merkezinde Amerika, Avrupa, Asya ve Afrika’yla birlikte Sanat, Bilim, Tarım ve Endüstri’yi temsil eden mozaikler mevcut.

Tabi en ünlü markaların burada inci gibi dizildiğini söylemeye gerek yok. Hatta galerinin tam ortasında Gucci’nin katalog çekimlerine bizzat şahit oldum. :)

Oradan Milano’nun gururlarından Avrupa’nın en geniş sahnesine sahip olan Teatro alla Scala, yani opera binasına gittim. Eski zamanları konu alan filmleri hepimiz izlemişizdir. Kırmızı kadifeden kubbeli tavanına kadar değen küçük locaları, altın varak işlemeli avizeleri ve oturma gruplarıyla insanın opera izlemesini adeta teşvik eden bir binaydı La Scala… Şimdiye kadar sahnelenmiş oyunların afişleri duvarlarda yerini almıştı. Othello, Aida benim en sevdiklerimdi. Afişlerle kalsa iyi! O zaman sahnelenen oyunlarda kullanılan kostümler, takılar ve mobilyalara küçük küçük odalarda cansız mankenler eşliğinde tekrar hayat verilmiş. Ortaçağdan bu yana gelip geçen operacıların tabloları, çalınan çalgılar, müzisyenlerin heykelleri -ki Mozart’ınkini çok beğendim- o zamanın operasından aktarılan seramik biblolar velhasıl her şey çok güzeldi.

Venedik’te bir gün daha geçirmek isterdim elbette ama en azından onun havasını solumuştum. Milano’nun ki daha bir modernizmin, şıklığın ve ciddiliğin kokusuydu.

Her çeşitten tatmak da bir başka oluyormuş. Hissedebilene…

Yarın Garda Gölü ve kıyısında Sirmione, son olarak Romeo ve Juliet’in mekanı Verona…

E

2 Eylül 2009 Çarşamba

Bir Gezginin Anıları, Beşinci gün: Venedik, İtalya



İtalya denince akla ilk gelen yer olan Venedik, benim de sabırsızla beklediğim bir yerdi. 117 kanalı, San Marco Meydanı, Florian’s Caffe’si, adamım Hemingway’in de bir zamanlar müşterisi olduğu Harry’s Bar’ı, el yapımı maskeleri ve en önemlisi –tabi benim için- camlarıyla ünlü Venedik’i sadece bir güne sığdırmak mümkün olmadı. Milano’ya gideceğime bir gün daha Venedik’te kalmalıymışım diye düşünmekten kendimi alamadım. Neyse, bir dahaki sefere…

Vapur’la şehrin merkezine doğru gelirken yol boyunca gezilecek bir sürü tarihi mekanın yanından geçtik. San Marco’ya yakın bir yerde karaya çıktık. Sol tarafımızda deniz, sağ tarafımızda tarihi bir hapishane vardı. Bizdeki hapishanelerin tam tersi şehrin en güzel ve en işlek caddesine kurulan hapishane, yerden en az 5 metre yüksekliğindeki pencereleriyle beni şaşırttı. Dışarıdaki insanları izleyen mahkumlar için bundan daha güzel bir ceza olamazdı herhalde!

Hapishaneyle yan tarafında bulunan devlet sarayı Palazzo Ducale arasındaki Ahlar Köprüsü adını, hapishaneden saraya sevk edilen mahkumların ah çekişlerinden almış.

Gotik mimarinin şaheseri olan Palazzo Ducale’ın bazı sütunları bir zamanlar insanların asıldığı yer olması bakımından rengi kırmızıya çalmıştı!

Ardından Napoléon’un bir zamanlar ‘Avrupa’nın en zarif salonu’ dediği San Marco Meydanı’ndayız. Dikdörtgen meydanın kısa kenarında bulunan San Marco gerçekten görülmeye değer! Dış cephesi 1204’te İstanbul’dan (o zaman Konstantinapolis) getirilen bronz atları, sütunları ve ön cephe mozaikleri ile tam bir şaheser! Mozaiklerden birinde Aziz Marcos’un kalıntılarının domuz etlerinin altında İskenderiye’den kaçırılışı betimlenmiş. Ortada Aziz Marcos ve melek heykelleri, büyüklü küçüklü dört farklı kubbeyle tamamlanmış. Kubbelerin en büyüğü olan Göğe yükseliş kubbesi; İsa, Meryem ve 12 havarinin olduğu bir mozaikle kaplanmış.

Meydanın ortasında devasa çan kulesi, uzun kenarda birbiri ardına sıralanmış bol sütunlu ve altında zarif dükkanları olan Procuratie Vecchie, San Marco’yu süsleyen yapılar.

Kanalların arasını bağlayan her köprüden geçişte ayrı bir kanala geldiğimi anlıyorum. Bir sürü küçük parsel var ve hepsinde güzel mi güzel dükkanlar! Genellikle cam tasarımı olanlarla ilgilenmem pek çok kişiyi şaşırtmaz sanırım. :)

Büyüklü küçüklü cam biblolardan heykellere ama daha çok takıları inceleme fırsatı buldum. Bir cam atölyesini gezdim. Elbette hepsi takdire şayandı. Sadece bir süre sonra aynı tasarımları görmek biraz sıkıcı geldi.

Yine el yapımı ve Venedik denince akla gelen maskeler, envai çeşit ve her keseye uygun olarak vitrinde yerlerini almış satılmayı bekliyorlardı.

Tabi Venedik’e gelip de gondola binmemek olmazdı. 4. kanalda elimizde bir çeşit şampanya olan prosecco ile bir zamanlar leydilerin yaşadığı evlerin, yemek yedikleri restoranların önünden geçmek, o tarihi hem koklayıp hem hissetmek güzel bir duyguydu. 100 yıl sonra su içinde kalacak bu yapıları görmek isteyenlere vakit kaybetmemelerini öneririm.

Benim maalesef gezmeye fırsatımın olmadığı bir milyondan fazla ağaçla desteklenen barok kilise Santa Maria della Salute, Lord Byron’ın malikanesi, şair Robert Browning’in şimdi müze olan malikanesi Ca’ Rezzonico, rivayete göre lanetli olan Palazzo Dario, Richard Wagner’in öldüğü Palaza Vendamin Calergi ve daha nicesini barındıran Büyük Kanalı’n misafirlerini görmek benim için ayrı bir keyif oldu.

Anlatılmaz yaşanır dedirten Venedik’ten istemeyerek ayrıldım.

Yarın Milano’dayım.

E

31 Ağustos 2009 Pazartesi

Bir Gezginin Anıları, Dördüncü gün: San Gimignano,Siena,Pisa, İtalya


12.08.2009 Çarşamba 08:12

Lord Byron’a göre dünyada gezilmesi gereken yerlerin 4. sırasında bulunan San Gimignano, 13. yüzyıldan bu yana varlığını sürdürmüş. Şehirde 13 tane kule olmasından ötürü adına 13 kuleli şehir de deniyor.

Kulelerin ilginç bir hikayesi var. Ortaçağ’da bu köye saldıran askerler buldukları ganimetlerin yanında köyün kızlarını da kaçırıyorlarmış. Gel zaman git zaman buna dayanamayan köy halkı kızlarını korumak için bu kuleleri inşa etmiş. Böylelikle askerler geldiğinde kızlarını kulenin tepesindeki odaya kapatıyorlar, böylelikle askerlerden kızlarını kaçırmış oluyorlar. Kuleleri görünce hak verdim, o kadar yüksek ki hiçbir insan evladı savaştıktan sonra üstüne o kulelere çıkıp kızları kaçıramaz! :)

Tepeciklerin üzerine kurulmuş olduğunu bol bol çıkılıp inilen yoldan anlıyoruz. Dar ama sevimli ortaçağ yollarının iki yanını küçük ama görünümleri muhteşem dükkancıklar sarmış. Toscana bölgesinde olduğumuz için ve yol boyunca bağlardan da anlaşılacağı üzere burası şaraplarıyla ünlü! Şimdi ismini unuttuğum iki ünlü şarabı tüm dükkanlarda yerini almış, içilmeyi bekliyordu. Özellikle seramik dükkanları çok güzeldi, hepsi elde boyanmış büyük tabaklar, sürahiler… Tahtadan yapılma eşyalar satan dükkan da oldukça güzeldi.

Pluripremiata, 2006’dan beri dünya şampiyonluğunu koruyan bir dondurmacı. Ben hayatımda böyle bir dondurma yemedim. Kavunlu dondurmanın her yerde tadına baktım ama limonçello yanında bu kavunlu hakikaten başkaydı. Ölmeden önce kesinlikle tadılmalı!

Ve unutmadan… Hristiyan aleminin baş simgesi olana haç şeklindeki kolyeleri San Gimignano’lular bulmuş ve patentini almışlar. Yıllık patent ücretlerini Vatikan’dan alıyorlar. Siz düşünün zenginliği!

Sırada Siena var. Mahalleleri birbirinden ayıran en önemli unsur mahallenin adı değil, binalara asılmış ve üzerinde çeşitli hayvan figürlerinin olduğu flamalar! Bir mahalleden diğerine geçerken flamalarda değişiyor. Tabi kilisenin cemaatinin değiştiğini de bu şekilde anlıyoruz.

Avrupa’nın en büyük meydanlarından biri olan Piazza del Campo, yelpaze şeklinde görüntüsüyle gerçekten çok büyük. Yılda iki kez yapılan eyersiz ata binme yarışı Palio festivali, bugün yapılacaktı. Gece olacağı için maalesef biz göremedik. Ama şimdiden etraf kalabalıklaşmaya başlamış. Eskiden kilise olan yerlerde atlar dinlendiriliyordu. İnsanlar kuyruğa girmiş ya bilet alıyorlar ya da iddia sırana girmişlerdi. Tam anlayamadım.

Kazanana ödül olarak altın işlemeli flama veriliyor ve bir dahaki oyuna kadar kazanan mahallenin flaması meydanda asılıyor.
Pistin yanlarına kurulmuş oturma yerleri bile ortaçağ filmlerinde gördüklerimizle aynıydı. Yani o zamandan kalan yerlerde oturup, ilginç flamaların boy gösterdiği yarışı izlerken herhalde insan kendini o çağda hissediyordur. Keşke görebilseydim!

Bunun haricinde sokaklar buram buram deri kokuyordu, güzel tasarımlı şık çantalar ve anahtarlıklar vardı. Beni tanıyanlar bilir, çantalara ne denli düşkün olduğumu. Burası benim cennetim olabilir. Ve nihayet Ludovico’nun son albümünü de bularak içim rahat Siena’dan ayrıldım.

Adım atmaya mecalim kalmadı ama şimdi de Pisa’dayız. 12. yüzyılda İspanya ve Afrika ile yaptığı anlaşmalar sonucu Pisa çok zenginleşmiş ve yemyeşil çimenleriyle ünlü Mucizeler Meydanı’na Duomo, vaftizhane ve ünlü eğik kulesi inşa edilmiş. Her insan evladı gibi Duomo ve vaftizhaneyle pek fazla ilgilenmeyip dikkatimi tamamen kuleye verdim. Kilisenin çan kulesi olarak inşa edilmiş olması hiç aklıma gelmemiş şimdiye kadar. Galileo Galilei, düşen objelerin hızını ölçmek için sıkça buraya gelirmiş. Şu Galileo da olmasa ne yapardı bilim dünyası!

Herkes tarafından sıkça çektirilen Pisa kulesini tutma pozlardan birkaç edindikten sonra nihayet dönüşe geçtik. Yatağa kendimi zor attım valla!

Yarın dillere destan Venedik…
E

29 Ağustos 2009 Cumartesi

Bir Gezginin Anıları, Üçüncü gün: Floransa, İtalya


11.08.2009 Salı 08:48

‘Rönesansın aydınlık yüzlü torunları’nın mekanına, Floransa’ya gidiyoruz. İtalya’nın ortalarına Toscana bölgesine doğru ilerliyoruz. Meg Ryan’ın ‘French Kiss’ filmini aratmayan bağlarla dolu bir yer burası. Ek olarak ayçiçek tarlaları sıra sıra dizilmiş, hepsi güneşe yüzlerini dönmüşler, mutlu bir şekilde… Tepelere yeşiller arasına gizlenmiş ortaçağdan kalma kaleler işlenmiş. Yeşile doya doya gidiyoruz.

Düzlük ve Arno nehrinin varlığından dolayı Floransa’yı ilk Sezar, askeri üs olarak kurmuş. Şimdiki şehir, Rönesansta Roma kalıntılarının üzerine kurulmuş.

İnsanları çok sade ama uyumlu giyiniyorlar. En önemlisi insaniyet bakımından gelişmiş olmaları. Bir profesörde olsanız, hiç okumayan biri de olsanız eşitsiniz. Zaten özel okul mevhumu yok, herkes devlet okullarına gidiyor ve öğrenciler her yıl zorunlu olarak görgü kuralları dersini almak zorunda. Bu da tabi insana verilen değeri gösteriyor. Zaten sokakta yürüdüğünüzde yol, arabaların olsa bile tüm arabalar size yol veriyor, sıraya girdiğinizde önünüzde bir bey varsa bayanlara yerini veriyor. İtalya’nın genelinde bu zihniyet hakim.

Sanatçı ruh, Floransa’da Rönesanstan beri nesilden nesile aktarılmış. Zaten böyle bir havayı soluyan bir insanın sanatçı olmamasına imkan yok! Sanatla iç içe olan çocukların zeka seviyesinin gelişimini gelin bir de siz düşünün!

Piazza della Signoria ve eski saray ve şimdi belediye binası olarak kullanılan Palazzo Vecchio’nun önündeyiz. Burada biraz Medici ailesinden bahsetmem gerek.

Mediciler Rönesans Floransa’sına damgasını vurmuş en önemli aile. 250 yıl Floransa’yı yönetmişler ve aileden iki kişi papa olmuş. İngilizce ‘medicine’ bu ailenin adından geliyor. Çünkü varlıklarına daha da varlık katan ilaç işine giriyorlar, tüm dünyaya ilaç satıyorlar. O kadar zenginleşiyorlar ki faizle para satmaya bile başlıyorlar.

İşte tüm Floransa onların sarayları, binaları, edindikleri tablolar ve yaptırdıkları heykellerle dolu. Bu meydan resmen Medicilerin bir zamanlar buraya ne kadar hakim olduklarının kanıtı.

Meydanın solunda Fontana di Nettuno, Ammannati’nin çeşmesinde deniz tanrısı Poseidon, etrafı su perileriyle çevrilmiş şekilde kabartılmış. Toscana deniz savaşları anısına dikilmiş.

Belediye binasının önünde Michelangelo’nun en ünlü heykeli Davud, zulüm karşısında kazanılan zaferin sembolü olarak dikilmiş. Yanlış anlamadıysam buradaki zulüm, Medici ailesinin halka yaptığı zulüm olabilir. Öyle ki halktan kaçmak ve yüzgöz olmamak için binalar arasına tepeden geçitler yaparak şehrin diğer tarafındaki yeni saraylarına gidip geliyorlarmış.

Medicilerin halka ve düşmanlarına uyarı niteliğinde Cellini’ye yaptırdıkları Perseus heykeli, görülmeye değer başka bir yapıt. Bir elinde kılıcı diğer elinde Medusa’nın kesit başı olan Perseus, adeta ‘Bakın, Medicilerle uğraşırsanız sonunuz böyle olur!’ der gibi.

Giambologna’nın tek bir mermer sütundan hayat verdiği ‘Sabine kadınlarının kaçırılış’ heykeli gerçekten görülmeye değer!

Meydanın hemen yanı başında İtalya’nın en büyük sanat galerisi olan Uffizi’nin dar yolundan geçiyoruz. İki yanımız göğe kadar Uffizi’nin binalarıyla kaplı. Medici ailesinden bu dünyaya tek kalan paha biçilmez tablolar burada sergileniyor. Sienalı ressam Simone Martini’nin Meryem’e Müjde’si, Boticelli’den Venüs’ün Doğuşu, Michelangelo’nun Kutsal Aile tablosu burada ikamet ediyor.

Buradan Arno Nehri’nin üzerine inşa edilmiş bir köprüye Ponte Vecchio’ya geldik. Yanlarında ve ortada sıra sıra kuyumcu dükkanları şıklıkta birbirleriyle yarışıyordu. Bizim allı, güllü, dallı altın mücevherlere inat, burada yarı değerli taşlarla ve camla birleştirilmiş, hepsi çok zarif ve sanat kokan tasarımlardı. Bayıldım!

En ünlü markaların olduğu büyük caddesinden geçerek nihayet portakal kubbeli Duomo, Santa Maria del Fiore’ye ulaştık. Avrupa’nın dördüncü büyük kilisesi olan Santa Croce, gotik tarzın en iyi örneklerinden. İçinde Michelangelo’dan Galileo’ya, Machiavelli’den Gaddi’ye ait freskler bulunuyor. Dış cephe olduğu gibi, beyaz, pembe ve yeşil mermerle giydirilmiş.

Kilisenin hemen ön tarafında bulunan vaftizhane’nin bronz kapısı ise tam bir baş yapıt! ‘Cennetin Kapısı’ adı verilen Lorenzo Gilberti’ye 1401 yılında vebadan kurtulmanın simgesi olarak ısmarlanmış. Aralarında Donatello’nun da bulunduğu yedi ayrı sanatçı arasından Gilberti seçilmiş, 21 yıl oğluyla beraber bu kapıya hayat vermişler. 10 ayrı karede İncil, Tevrat ve Kuran’dan sahneler kabartılmış. Adem ile Havva’nın cennetten kovuluşu, İbrahim peygamberin oğlunu kurban edişi sırasında gökten gelen koyun gibi…

Kapının adını da görünce ‘Aa, ne güzel cennet gibi!’ dediği için Michelangelo koymuş olmuş.

Kapının başka bir özelliği de Gilberti ve oğlunun kabartmalı olarak yüzlerinin kapı tokmaklarına işlenmiş olması. Bu sayede ölümsüzleşiyorlar. Bu kapıdan esinlenen Alfred Hitchcock, filmlerin sonunda hep kendisini gösterir ki yüzü ölümsüzleşebilsin!

Çok konuştum biliyorum, bir bu kadar daha konuşurum Floransa için. Hep istediğim Floransa cam küreciği elimde tadına doyamadan Floransa’dan ayrıldım.

Umarım bir kez daha gelebilirim.

Yarın Monte Catini bölgesi San Gimignano, Siena ve Pisa… :)
E

27 Ağustos 2009 Perşembe

Bir Gezginin Anıları, İkinci gün: Pompei, Napoli,İtalya


10.8.2009 Pazartesi 08:20

Heyyy yoooo!!! Pompei yolcuları kalmasın, üstelik Napoli yanında bedava!!!

Büyük bir beklentiyle Napoli yoluna düştük, ABBA’nın Super Trouper şarkısı eşliğinde Napoli ve Campania bölgesine doğru ilerliyoruz. Yolun iki tarafı tamamen yeşile boyanmış, öyle ki asfaltın griliği dışında yer yeşil, gök mavi… Yolların kenarlarında çit vazifesi gören betonların aralarına ya camdan bloklar koyup üzerine kuş resimleri yapmışlar ya da betonları küçük saksılar şeklinde yerleştirip içine çiçek dikmişler.

Adeta İstanbul yolunu aratmayan bir görüntü var burada. Yeşillik arasına serpiştirilmiş mütavazi fabrikalar… Ama ne fabrikalar! Nestle, Mercedes, BMW vs. Yol boyu tüm ünlü markaların fabrikaları bize eşlik etti. Yolların bazı yerlerine yerleştirilen SOS tabelaları üzerinde güneş panelleri yerleştirilmiş ki gece rahatça görülebilsin. Bir de yolda giderken hangi radyo kanalı çekiyorsa onun frekansını gösteren tabelalar vardı ki tam bana göre idi. :)

Söz radyodan açılmışken İtalyanların müzikte de eskiyi sahiplendiğini tüm radyo ve tv kanallarından anlamış bulunmaktayım. Neyse ki arada Eros Ramazzotti’nin şarkılarını dinleme fırsatı buldum. Tabi daha önce Mp3’üme yerleştirdiğim Ludovico Einaudi –ki sorduğuma göre ünlü bir edebiyatçıymış- benimle beraberdi.

Capua ilçesinden geçiyoruz. Roma döneminin en ünlü gladyatör okulu hemen sağımda kaldı. Filmlerden bildiğimiz ünlü Trakyalı Spartaküs bu okulda yetişmiş, kendini ispat edince kölelikten azad edilmiş.

Aralarda büyük nehirler göze çarpıyor. Zaten balkan ülkelerinden sonra en önemli su kaynakları İtalya Apenin’de… Bu yüzden 1926-1945 Mussolini döneminde önemli tarım reformları yapılmış. Her yıl çiftçiler daha iyi ürün alabilmek için eğitim almak zorundalar. Darısı başımıza!

İşte, ileride Vezüv göründü bile! Öyle ki Pompei’e doğru ulaşan lavların birikintisi dağa hala akıyormuş hissi vermiş. Görüntü muhteşem! Sonunda Vezüv’le tanışmak benim için güzel bir tecrübe oldu.

Arka fonda Vezüv, Napoli’nin içinden geçerek Pompei’e doğru gidiyoruz. Vezüv, İ.S 79 yılında patlayarak şehri 6m kalınlığında lav ve küllerle kaplamış. 16. yüzyılda keşfedilmesine rağmen 1748 yılında kazılara başlanmış. Biz sadece üçte birini görebileceğiz.

Pompei’e varıp yukarıdan baktığımda bu kadar büyük bir ören yeri olabileceğini düşünmemiştim. Bizim Pamukkale’deki Hierapolis’ten kat be kat büyük. Boşuna dünyadaki tüm ordinaryuslar burayı en iyi ören yeri seçmemişler!

2000 yıl öncenin kaldırım taşları üzerinde yürümek, pazar yerlerini görmek, evlerin içine ve hamamlarına girip duvarlarına dokunmak beni adeta o zamana götürdü. Ve tabi o zamanda yaşayan insanların taşlaşmış bedenlerini birebir görmek ve yüzlerindeki o acıyı hissetmek beni bir o kadar üzdü. Soylu Casii’nin evinde bile sadece yer döşemeleri, mozaikler ve yeşil bronz Fauna heykelciği dışında bir şey kalmaması dünyada ne kadar da misafir olduğumuzun bir kanıtıydı.

İlgi çekici olan başka bir ev, Lupanare yani bir genelevdi. Duvarlara asılmış çeşitli tablolar müşterilerin beğenisine sunulmuş, tabloya göre fiyatlar ayrı ayrı belirlenmiş.

Napoli’ye gelmişken en ünlü yemeği pizza olup da yememek olmazdı. Pizza söylediklerine göre Napoli’den çıkmış. Gerçi bir söylentiye göre de İtalyanlar bizim pideden esinlenmişler! Neyse… Son bir kere daha şansımı deneyeyim dedim, maalesef mozarella peyniri dışında yine bir özelliği yoktu. Hem mideme oturdu, hem de alerji olmama sebep oldu. Şansıma küseyim! :)

Sonra geldik Napoli’ye… Biz şu anda güneydoğu Napoli’deyiz. Sokaklar yine boş, dükkanların kalitesi inanılmaz düştü. Gelen geçenler de öyle! Zaten öğrendiğim kadarıyla Kuzey ne denli çalışkan, temiz, kurallara uygun yaşıyorsa güney tam tersi! Trafik kurallarını hiçe sayan, çarpık çurpuk arabalar her yerde… Zaten gelirken tabelalarda ‘30 dk sonra bir kaza var’ uyarıları yanıp sönmekteydi! İstediği gibi yaşayıp kafasına göre takılan insanlar, Napoli ve güney halkı, ee tabi hırsızlık olayları da cabası! Yolda yürürken her adım başı polislerle karşılaşmak bir yandan sevindirdi bir yandan da ürküttü. Ortadoğu ve Afrikalı insanlar Napoli köşelerini tutmuşlar, neyi bekliyorlardı Allah bilir!

Neyse, kazasız belasız sokaklarda yürüyorum. Tek kayda değer yapı -ki ona da bayıldım- Monte della Misericordia, Caravaggio’nun Merhametin Yedi Ameli adını taşıyan sekizgen kilisesiydi. Hangi insan evladı böyle sade ve görkemi bir arada dizayn edebilir diye uzun süre oturduğum yerden kalkamadım. Sekizgenin her bir köşesi dev mermer bloklarla zenginleştirilmiş, kubbe göz alabildiğine uzun ve camdan yapılmıştı. Ve kubbe yüzlerce küçük karelere bölünüp çiçek motifleri kabartılmıştı. Bilmiyorum, bence Vatikan’ın San Pietro’su yanında bu daha güzel göründü gözüme…

Limoncello’ları da güzeldi tabi, İtalya’ya gidip de Limoncello’suz dönmek Afyon’a gidip de kaymak almamaya benzer! Küçük cam bardaklar önce buzlukta bir süre tutulur, soğuk Limoncello’lar önce bardaklara yemekten sonra da mideye itinayla gönderilir. Gidenler mutlaka edinsin.

Sizin de fark ettiğiniz gibi Napoli’yi beğenmedim. Ama yine de bir kez de olsa görmek gerekir.

Yarın Floransa… Bakalım ‘While You Were Sleeping’ filminde övüldüğü kadar var mıymış?
E

26 Ağustos 2009 Çarşamba

Bir Gezginin Anıları Birinci gün: Roma, İtalya


9.8.2009 Pazar 24:29 Atlas Jet KK469 uçağıyla giderken bilinmeyenin verdiği bir heyecan vardı içimde. Çünkü ilk defa yalnız başıma ve hiç bilmediğim, dilini konuşamadığım bir ülkeye kendimi ışınlıyordum. Şu anki belirsizliği ortadan kaldırmak için kendimi yazmaya verdim. Günlüğümün ilk satırları bolca ‘Acaba’larla , ‘Nasıl’larla’ doldu. Merakımdan çatlamak üzereydim, yanımdaki insanlar da öyle olsa gerek, almışlar ellerine bir İtalya kitabı, başladılar plan yapmaya… Eee, ne de olsa kültür turizmi, kaldığın yer ya da yediğinden ziyade tarihte bir yolculuğa çıkmaktı esas olan! En azından kendim için öyle bir keşif bekliyordum.

Ve tam da istediğim gibi oldu!

İlk gün, iki saatlik uykuyla Roma’ya gözümü açtım. Önce tur rehberinin kendinden emin, konuşmasıyla oldukça birikimli olduğu anlaşılan tavırlarına mı yoksa tek tük gördüğüm İtalyanlara mı adapte olacağımı bilemedim. Zira öyle bir ana denk gelmişti ki ülkede İtalyanların yok olup yerine sadece turistlerin işgal ettiği bir ülke kalmıştı. Çünkü İtalyanların Ferragosta dedikleri Meryem’in cennete gitmesinden feyz aldıkları 15 Ağustos bayramı dahil her yer tatildi. Çoğu dükkan kapalıydı, yolda italyana rastlamamız mümkün olmadı, olanlar da beni İtalyanlara benzettiklerinden herhalde direk benimle İtalyanca konuşmaya başladılar. :)

Roma sokakları sabahın 8’inde oldukça sakin! Normal bir zamanda eminim arabadan geçilmeyecek bir trafikle karşılaşırdık ama şimdi otobüs adeta süzülüyor. Görebileceğiniz her yerde tam bir düzen ve temizlik! Buram buram Avrupa kokusu bu yüzden… 100 yıl önce ya da belki daha da eski yapıların içinde insanlar yaşamaya devam ediyor, yıkalım, paramızı çarçur edelim, komşumuza gösteriş yapalım kaygısı yok belli ki! Yüzyıllar boyunca tarihlerini tam anlamıyla korudukları için Unesco boşuna seçmemiş burayı! Görünce ülkemize yaptıklarımızdan ve yapacaklarımızdan oldukça utandım. Bir millet nasıl tarihine ve doğasına bu denli sahip çıkabilir, gözlerimle görmesem inanmazdım. İtalya’ya sıkça gelip giden siyasetçilerimizin bu durumdan feyz almasını ümit ediyorum.

Roma’nın en büyük amfi tiyatrosu Colosseum’un önünden geçiyoruz. İ.S 72 yılında Vespasianus tarafından yapımına başlanan ve İ. S 80 yıında 9000 hayvanın öldürülerek açılışı yapılan 55.000 kişilik Colosseum, bir zamanlar gladyatör savaşlarına tanıklık etmiş. Septimius Severus Sarayı’nın kalıntılarından geçerken ister istemez Harry Potter aklıma geldi. Yazarın İtalya’dan esinlendiği isimlerden belli! :)

Bir romandan başkasına sayfa açtım. Bu seferki Dan Brown’ın Melekler ve Şeytanlara konu olan Vatikandı. Gezilebilecek en iyi zamanlamada oradaydık, çünkü papa canlı canlı halkına vaaz veriyordu. Sıkı denetimin olduğu Vatikan’ın paralarını İsviçre bankalarına yatırması karşılığında gönderdiği İsviçre muhafızlarını ve kılık kıyafet tüzüğünü geçtikten sonra San Pietro’nun içine girdim. Elimde kamera farkında olmadan tavaf ettiğim San Pietro Kilisesi’nde hristiyan olsaydım hacı olacakmışım da haberim yokmuş. :)

Bir sürü heykel ve tablonun içinde kuşkusuz en güzeli Michelangelo’nun tek bir mermerden hayat verdiği Pieta heykeli, gerçekten görülmeye değerdi. Meryem ve kucağında İsa, sanki gerçekmiş de dondurularak bu zamana taşınmış gibiydi. Meryem’in göğsünde bulunan kurdelenin üzerinde Michelangelo’nun imzası, tek imzalı heykel olması bakımından esere önem katmış. (Geçmiş yıllarda Macar bir saldırganın Meryem’in bileğine zarar vermesinden ötürü eser, kurşungeçirmez cam bir bölümde teşhir ediliyordu.)

Oradan yapımına 1885’te başlanan Vittorio Emanuel Anıtı’nın ihtişamlı görüntüsüne geçiyoruz. Tarihi dokuyu bozduğu gerekçesiyle İtalyanlar bu yapının kaldırılıp başka bir yere naklini istiyorlarmış. Gerçekten de bu kadar turuncu, kahve yapının içinde bu anıt, pek bir beyaz kalmış!

Nicola Salvi’nin 1762’de tamamladığı Fontana di Trevi, yani bizimkilerin yakıştırmasıyla Aşk Çeşmesi’nin önündeyim. Çeşme’nin kabartmalarında yok yok! Tritonlar, Neptün yani denizlerin tanrısı Poseidon, susamış Romalı askerlere suyun kaynağını gösteren genç kız Trivia… Muazzam bir kalabalık, bir yandan önünde resim çektirebilmek için yarışıyor, bir yandan suyundan faydalanabilmek için yer kapmaya çalışıyor. Havuzun içi, dilek için atılan ışıl ışıl paradan görünmüyor desek yalan olmaz. Nitekim yıllık havuzdan toplanan paranın 112 milyon euro olduğunu söylememiz yeterli olur sanırım.

Ve geldik Piazza di Spagna’ya… Ünlü İspanyol Merdivenleri, 1720’lerde meydan ile yukarısındaki Fransız kilisesi Trinita dei Monti’yi birleştirmek için yapılmış. Merdivenlerin alt kısmındaki Fontana della Barcaccia çeşmesinin tasarımını ise Bernini’nin babası Pietro yapmış. Charles Dickens’ a göre burası zamanında sanatçıların ilgisini çekmeye çalışan modellerle doluymuş.

İlk öğle yemeğim, Piazza Mignanelli’deki bir kafedendi. Roma pizzası herhalde bu kadar korkunç olabilirdi. Gidenlerin ‘Gerçekten tadı çok farklı!’ dedikleri pizzayı inanın annem çok daha güzel yapıyor!

Akşamına tekrar Roma’nın bir başka merkezi Piazza Navona’dayız. Üç barok çeşme, lüks kafeleriyle ünlü bir meydan burası. Ressamlarla dolu mekana, Michael Jackson anısına gösteri yapan dansçılar eşlik ediyor. Yediğim lazanya’nın tadı hala damağımda…

Son olarak ara sokaklardan yürüyerek başka bir meydana geldiğimizde karşımdakini görünce büyülendim. Ünlü Pantheon karşımda mağrur edasıyla dikilmiş bana bakıyordu. Bütün tanrıların tapınağı adı verilen yapı İ.Ö 25 yıllarından kalma. Bu kadar korunmuş olması bir mucize gibi geldi bana. Dev sütunlu üçgen başlıklı yapı daha sonradan kiliseye çevrilmiş. Şimdi ise Raffaello’nun da aralarında bulunduğu İtalyan monarkların mezarlarını içeren bir anıt niteliğinde.

Güzel ve büyülü bir akşamın ardından yorgun ama mutlu bir şekilde yatağımdayım.

Yarın Napoli ve Pompei’deyim. Bakalım neler olacak? :)

E


Bir Gezginin Anıları Önsöz

Aklımda İtalya’da 8 gün boyunca gördüklerimi en ince ayrıntısına kadar anlatırım diye bir düşünce vardı hep. Ama ekranın karşısına geçince İtalya’ya gidecekler için haksızlık olur düşüncesiyle bu fikrimden vazgeçtim. Öyle ki insanlar aynı benim gibi karış karış dolaşarak, araştırarak kendileri öğrensinler, hissetsinler, keşfetsinler… Böylesi inanın daha zevkli ve akılda kalıcı…

Bu sebepten ötürü İtalya’da daha çok neler hissettiğimi paylaşmak istedim.

Ayrıca bilgilerime bilgi katan Ets tur rehberleri Ersin Ertekin ve Hakan Bey’e sonsuz teşekkürler…

9 Şubat 2009 Pazartesi

İlhamın nereden geleceği belli olmaz, ama...

Çok uzun süreden beri ilham gelmediği için yazamıyorum. Şu an yazmaya başladığıma göre ilhamın nereden geldiğini merak edenler cevabı, ‘Ludovico Einaudi’ de bulacaklar. Böyle sanatçılar ender, kuytuda kalmış bir cevher sanki. Dünyayı dolaşsanız, tüm kuytu, köşe neresi varsa baksanız belki de hiç karşılamayacağınız ender güzelliklerden.

Size de olmaz mı? Böyle bir insan nasıl yaratılmış diye bir anda hayretler içinde kalmaz mısınız? Dehayı içinize çeker, defalarca ve defalarca bıkıp usanmadan onun içinize dolmasına izin verirsiniz.

Ben böyle anlarda Anka kuşu gibi küllerimden yeniden doğuyorum. Her şeyin bitip de dibe vurduğunuz anlarda enkazınızdan yeni bir benlik doğar. İçinizdeki dallar yeşermeye başlar, en ücra noktalara kadar ulaşır, o dallar.

Beni tanıyanlar bilir, nedense bu zamana kadar bana ilham veren tek şey müzik oldu. Özellikle de piyano! Kulağım piyanonun tuşlarını çalıyormuşçasına takip eder, kendimi bir an piyanistin yerine koyarım. Onunla beraber başlarım çalmaya. Sonsuza kadar çalmak isterim. Piyanonun sesinde kaybolmak isterim. Arka fonda beni destekleyen keman sesleri de olursa değmeyin keyfime. Hararetli bir yarış başlar ikisi arasında. Piyano ile keman telleri birbirleriyle yarışır, kim önde bitirecek diye heyecanla notaları takip ederim.

Bugün içimden gelen bu sözleri yazmamı sağlayıp, küllerimden doğmamı sağlayan bu müstesna insana yani ‘Ludovico Einaudi’ye çok teşekkür ederim. Tabi aracı olan Mercan Dede’ye daha çok…

Buyurun, gerçek müziğin keyfine…

Özellikle, ‘Divenire’ ve ‘Primavera’ya dikkat!

27 Ocak 2009 Salı

İrem'e...


Yıllar ne çabuk geçti. Daha dün seni uyuturken ‘Abla, o sevdiğim şarkıyı söyle’ diyen o küçük Japon kızın sözleri hala kulaklarımda… Beraber oynadığımız evcilikler, sözüm ona açtığımız şirketler, öğretmencilikler hep aklımda…

Küçüklüğünden belli olan ne istediğini bilen tavrın ve haksızlıklara karşı gösterdiğin direnç nedeniyle hep avukat olacak bu kız derdim. Ama dedim ya, sen her zaman ne istediğini çok iyi bildiğinden kendi yolunu seçtin, iyi de yaptın kardeşim.

Evet, bu geçen zamanlar içinde hayatta zorlandığın, veryansın ettiğin zamanlar oldu. Ama layıkıyla bu hayatı alt etmesini bildin ve bilmeye devam edeceksin. Buna hiç şüphem yok.

Benim en iyi arkadaşım, bazen yol göstericim, yüreklendiricim oldun. Bunların değerini hiçbir şeyle mukayese etmem mümkün değil.

Beraber geçirdiğimiz 27 yıl için sana çok teşekkür ederim kardeşim.

Nice 30’larda, 40’larda, 50’lerde beraber olmamızı diliyorum.
Ve bütün ömrün boyunca mutluluk peşini bırakmasın, o Japon gözlerin hep gülsün.

Her şey tam da planladığın gibi gerçekleşsin.
Kısaca…
İyi ki doğmuşsun be kardeşim.

Seni hep sevecek ablan…

T

13 Ocak 2009 Salı

Renkler


Boşlukta bir renk fark edilmeye başlar. Ateşten yapılmış izlenimini uyandıran bu renk, görme sinirlerinize yavaşça dolar, hafiften yakmaya başlar. İçinizin giderek ısısı artar, yükselir, yükselir… Öyle bir an gelir ki o ateş topunu yuttuğunuzu sanırsınız. İşte, kırmızı böyle bir renktir, hem bakmaya korkar, hem bakmaktan kendinizi alamazsınız.
Rengin içine biraz sarı ilave ederseniz, illüzyon etkisi yaratan turuncuyu elde edersiniz. Birden çok görünmek istediğiniz o anlarda turuncu yardımınıza koşar. Aslında varlığınız bir iken turuncu sizi, etrafınızda bir sürü ayna varmış da sizi birden çok yere yansıtıyormuş izlenimini verir, çoğaltır, bereketlendirir. Yaratıcılığınız için bulunmaz bir fırsattır.

Sonra turuncu, kırmızı pigmentlerinden ayrılıp sararmaya başlar. Gittikçe koyulaşan bir renk alan sarı, sizi uçsuz bucaksız papatya tarlalarına götürür. Papatyanın içindeki tüm sarılar güneşten aldığı ışınlarla içinize dolar ve siz yine sarıyla ısınırsınız. Ama bu sefer ısıtma çok kalıcı olmaz, bir an içinizden gelir, geçer…

Sarı içinizde dolaşırken, mavi bir fırtınaya yakalanır. Rengi yeşermeye başlar. Dallarından köklerine kadar yeşeren bir ağaç olarak içinizde var olmaya başlar. Ağaç yeşerdikçe siz yeşilin kokusunu duyarsınız, mis gibi yaprak kokar, doğa kokar. İçinizde yeşeren bahçe sonsuzluğa uzanır, etrafına huzur saçarak…

Ağaç silkinir, maviye dönüşür. Huzur, kendini maviliğe teslim eder, sonsuz mutluluğu yakalaması için… Çünkü bilir ki insan, mutlu olduğu zaman daha verimli olur, daha pozitif olur, parlamaya başlar. Okyanuslardan ilham alarak rengi gittikçe daha koyulaşır, laciverte kayar. Ta uzaklardan görülebilmek için…

Öyle kırılgandır ki insanın ruhu, en küçük bir olumsuzlukta rengi mora çalar. Kendini içine kapatır, dünyaya küser. İçinde ne sonsuza uzanan bir ağaç, ne gülümseyen papatyalar kalır. Uçurumun kenarında, insanlık için yeni umut görebilir miyim diye uzaklara bakar da bakar.

Oysa İnsan, kendine şöyle uzaktan bakabilseydi içine doğru akan gökkuşağını görür, doyasıya içine dolmasına izin verirdi.

Ve tüm insanlık barış içinde yaşayıp giderdi.

E

5 Ocak 2009 Pazartesi

Nerede kalmıştık?

İnsanlık, 2008’de elde ettiği teknolojik harikalar ve spor dallarında kırdığı başarılarla övünedursun, gerçekte boynunda tenekeden yapılma bir madalyadan başka bir şey bulamayacaktır. Neden mi? Çünkü insanın, insanlık ve barış adına sözde istediği dileklerin hiçbiri gerçekleşmemiştir de ondan!

İnsanın var olma sürecinden bu yana değişmeyen; bencillik, kıskançlık damarlarını kesip atamadığı ve ‘Ben’ merkezcil yaşamaya inatla devam etmek istemesi yüzünden İnsanlık, bir arpa boyu bile yol alamamıştır. Ve ne yazık ki böyle sürmeye devam edecektir.

Herkes yeni yılda umut, başarı, sağlık dilerken bu sözlerin ancak lafta kalacak, öylesine sarf edilmiş cümleler olması ne kadar da ironik!

Yeni yıldan beş gün çaldığımız şu zamanda tablonun gidişatı hiç de iç açıcı değil. Burnumuzun dibinde yüzlerce insanın anavatanlarında katledilmeleri bir yana, kendi vatanımızda bazı insanların sorumluklarına ne derece bağlı olduklarına kendi gözlerimizle şahit olduk. Öyle ki kendince başka bir sorumluluğu yerine getireyim derken gençleri hiçe sayıp bir açıklamayı bile çok gören zihniyetlerin olduğu bir memlekette yaşıyoruz. Ne kadar da umut verici, değil mi? Keşke her şey bir istifayla çözümlenebilseydi! Keşke her şey bir istifayla yeniden başlayabilseydi…

Dünya yeni baştan kurulsaydı ve bizler önceden yaptığımız hataların bilincinde olup onları tekrarlamasaydık… Dünya, kendi tarihinden ders almamak için yemin etmiş görünürken birbirimize ettiğimiz iyi dileklerin ne kadar da havada kaldığını üzülerek göreceksiniz. En iyisi siz hiç nefesinizi boşa tüketmeyin, dünyayı değiştirmeye çalışmayın. Eninde sonunda boşa kürek çektiğinizi anlayacak, üzüldüğünüzle kalacaksınız.
Durum böyle iken, insanın içinde, o en gizli köşesinde tüm bu olanların daha iyiye gitmesi gerektiği inancı yeniden filizlenmek için yanıp tutuşur. Ne yapsanız, gerçekler önünüzde bağırsa da o filizin yeşermesine asla engel olamazsınız. Çünkü insan bu, yaşamak için hava, su kadar da UMUT’a ihtiyacı var, inanmaya, iyi şeyleri başarmaya ihtiyacı var.

Bu kadar kötülüğün yanında yeşermeye çalışan fidelerin varlığını, yeni MySpace arkadaşım Wil’in müziğini dinleyince fark ettim. Az da olsa bazı insanların daha yaşanılası bir dünya için azimle iyiliği yeşertmeye çalıştığını yeniden fark ettim.
Eğer siz de çevrenizde küçük bile olsa yeşerecek iyilikleri görürseniz çevrenizle paylaşın ki, bakarsınız belki de bir gün gerçekten dünya daha yaşanılası, o hep istenilen seviyeye ulaşır.
Kim bilir?

Nerede mi kalmıştık?
Hiç başlamadık ki!

E

1 Ocak 2009 Perşembe

Yeni Yıl Algoritması

İ**S**D**M**B**Y
Ç*E**O**U**A**A
İ**V**S**T**Ş***Ş
N*G**T**L**A**A

İ**İ***L**U**R**N
Z*****U**L**I***I
D*B**K**U******L
E*A**L**K**Ç**A
K*Ğ**A**L**I***S
İ**L**R**A**T**I
**A***I**R**A***
R*R**N**I***S**B
E*I******N**I***İ
N*N**B*****N**R
K*I***İ**Ü**I****
L*N**R*Ç***N**D
E*****B*E******Ü
R*S***İ*****A**N
İ**A**R*K**Ş***Y
N*Ğ**İ**A**I***A
***L**N*T**L***Y
P*A**E**L**D**A
A*M****A***I***.
R*L**K**N**Ğ**.
L*A**A**D**I***.
A*Ş**Y**I*******
K*T**N**Ğ******
L**I**A**I*******
A*Ğ**Ş**********
Ş**I**T**********
T*****I**********
I*****Ğ**********
Ğ*****I**********
I*****************

E