2 Eylül 2009 Çarşamba

Bir Gezginin Anıları, Beşinci gün: Venedik, İtalya



İtalya denince akla ilk gelen yer olan Venedik, benim de sabırsızla beklediğim bir yerdi. 117 kanalı, San Marco Meydanı, Florian’s Caffe’si, adamım Hemingway’in de bir zamanlar müşterisi olduğu Harry’s Bar’ı, el yapımı maskeleri ve en önemlisi –tabi benim için- camlarıyla ünlü Venedik’i sadece bir güne sığdırmak mümkün olmadı. Milano’ya gideceğime bir gün daha Venedik’te kalmalıymışım diye düşünmekten kendimi alamadım. Neyse, bir dahaki sefere…

Vapur’la şehrin merkezine doğru gelirken yol boyunca gezilecek bir sürü tarihi mekanın yanından geçtik. San Marco’ya yakın bir yerde karaya çıktık. Sol tarafımızda deniz, sağ tarafımızda tarihi bir hapishane vardı. Bizdeki hapishanelerin tam tersi şehrin en güzel ve en işlek caddesine kurulan hapishane, yerden en az 5 metre yüksekliğindeki pencereleriyle beni şaşırttı. Dışarıdaki insanları izleyen mahkumlar için bundan daha güzel bir ceza olamazdı herhalde!

Hapishaneyle yan tarafında bulunan devlet sarayı Palazzo Ducale arasındaki Ahlar Köprüsü adını, hapishaneden saraya sevk edilen mahkumların ah çekişlerinden almış.

Gotik mimarinin şaheseri olan Palazzo Ducale’ın bazı sütunları bir zamanlar insanların asıldığı yer olması bakımından rengi kırmızıya çalmıştı!

Ardından Napoléon’un bir zamanlar ‘Avrupa’nın en zarif salonu’ dediği San Marco Meydanı’ndayız. Dikdörtgen meydanın kısa kenarında bulunan San Marco gerçekten görülmeye değer! Dış cephesi 1204’te İstanbul’dan (o zaman Konstantinapolis) getirilen bronz atları, sütunları ve ön cephe mozaikleri ile tam bir şaheser! Mozaiklerden birinde Aziz Marcos’un kalıntılarının domuz etlerinin altında İskenderiye’den kaçırılışı betimlenmiş. Ortada Aziz Marcos ve melek heykelleri, büyüklü küçüklü dört farklı kubbeyle tamamlanmış. Kubbelerin en büyüğü olan Göğe yükseliş kubbesi; İsa, Meryem ve 12 havarinin olduğu bir mozaikle kaplanmış.

Meydanın ortasında devasa çan kulesi, uzun kenarda birbiri ardına sıralanmış bol sütunlu ve altında zarif dükkanları olan Procuratie Vecchie, San Marco’yu süsleyen yapılar.

Kanalların arasını bağlayan her köprüden geçişte ayrı bir kanala geldiğimi anlıyorum. Bir sürü küçük parsel var ve hepsinde güzel mi güzel dükkanlar! Genellikle cam tasarımı olanlarla ilgilenmem pek çok kişiyi şaşırtmaz sanırım. :)

Büyüklü küçüklü cam biblolardan heykellere ama daha çok takıları inceleme fırsatı buldum. Bir cam atölyesini gezdim. Elbette hepsi takdire şayandı. Sadece bir süre sonra aynı tasarımları görmek biraz sıkıcı geldi.

Yine el yapımı ve Venedik denince akla gelen maskeler, envai çeşit ve her keseye uygun olarak vitrinde yerlerini almış satılmayı bekliyorlardı.

Tabi Venedik’e gelip de gondola binmemek olmazdı. 4. kanalda elimizde bir çeşit şampanya olan prosecco ile bir zamanlar leydilerin yaşadığı evlerin, yemek yedikleri restoranların önünden geçmek, o tarihi hem koklayıp hem hissetmek güzel bir duyguydu. 100 yıl sonra su içinde kalacak bu yapıları görmek isteyenlere vakit kaybetmemelerini öneririm.

Benim maalesef gezmeye fırsatımın olmadığı bir milyondan fazla ağaçla desteklenen barok kilise Santa Maria della Salute, Lord Byron’ın malikanesi, şair Robert Browning’in şimdi müze olan malikanesi Ca’ Rezzonico, rivayete göre lanetli olan Palazzo Dario, Richard Wagner’in öldüğü Palaza Vendamin Calergi ve daha nicesini barındıran Büyük Kanalı’n misafirlerini görmek benim için ayrı bir keyif oldu.

Anlatılmaz yaşanır dedirten Venedik’ten istemeyerek ayrıldım.

Yarın Milano’dayım.

E

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder