4 Eylül 2009 Cuma

Bir Gezginin Anıları, Altıncı gün: Milano, İtalya


14.08.2009 Cuma

Tüm Milano bayram öncesi sessizliğini yaşıyordu. Yarın Ferragosta tatili olduğu için herkes şehri terk etmiş. Sadece turistlere ait bir şehir görüntüsü yılın ancak bu zamanına denk gelebilirdi. Sokaklarda çıt yok. Heybetli binaların, şık dükkanların alabildiğine uzandığı soğan halkası biçimindeki meydanlar, içinde insan olmayınca ne kadar da anlamsız… Eyvah! dedim içimden. Bugün çok sıkıcı olacak!

…derken kıyıdan köşeden Duomo’nun kulelerini gördüm. Tam karşıma dikilmiş, Tim Burton animasyonlarından çıkmışcasına şu ana kadar gördüğüm en muazzam, en bakılası hatta en merak uyandıranıydı. O kadar çok detay var ki üzerinde, 40 yıl bakılsa ancak sindirilebilecek. 157 m yüksekliğe 92 metre eniyle dünyanın en büyük Gotik katedrali olan Duomo, 14. yüzyılda Prens Gian Galeazzo Visconti’nin emriyle yapımına başlanmış, ancak 500 yıl sonra tamamlanabilmiş. Kapılardaki rölyeflere Bakire Meryem’in ve Sant’ Ambriogo’nun hayatı ve Milano tarihi işlenmiş.

Bacaklarıma son anda bulup sarmaladığım eşarpla içeriyi dolaşmak biraz zor oldu ama acelem yoktu nasılsa, Duomo’nun içindeki vitrayları içime çekmek için… Abartısız elli metre yüksekliğinde küçük karelere ayrı ayrı işlenmiş hikayeler, Duomo’nun içine renk ve ahenk katmış. Almanlarla yapılan savaşta bombalardan korunması için vitraylar tek tek çıkartılıp mahsene saklanmış, savaş sona erince yerlerine yerleştirilmiş. Kilise vitraylarına olan düşkünlüğüm ta lise yıllarında aldığım pullardan belliydi. Ama onları üç boyutlu olarak görmek beni gerçekten çok mutlu etti. Hikayelerin anlamlarını da bilmeye gerek yoktu, nasılsa hepsinin fısıldadığı ‘Sonsuz Aşk’tı.

Meryem’e adanmış dünyanın en büyük katedraleri sıralamasında 4. ya da 5. olan Duomo şimdilik benim kalbimde bir numara! Şimdilik diyorum çünkü daha La Sagrada Familia’yı görmedim. :)

Duomo’nun hemen yanında Milano’nun oturma odası olarak bilinen Galleria Vittorio Emanuele, Giuseppe Mengoni tarafından 1865’te tasarlanmış. Ama 1877’de pasajın tamamlanmasına bir yıl kala Mengoni çatıdan düşerek ölmüş. Latin haçı olarak tasarlanmış galerinin sekizgen merkezinde Amerika, Avrupa, Asya ve Afrika’yla birlikte Sanat, Bilim, Tarım ve Endüstri’yi temsil eden mozaikler mevcut.

Tabi en ünlü markaların burada inci gibi dizildiğini söylemeye gerek yok. Hatta galerinin tam ortasında Gucci’nin katalog çekimlerine bizzat şahit oldum. :)

Oradan Milano’nun gururlarından Avrupa’nın en geniş sahnesine sahip olan Teatro alla Scala, yani opera binasına gittim. Eski zamanları konu alan filmleri hepimiz izlemişizdir. Kırmızı kadifeden kubbeli tavanına kadar değen küçük locaları, altın varak işlemeli avizeleri ve oturma gruplarıyla insanın opera izlemesini adeta teşvik eden bir binaydı La Scala… Şimdiye kadar sahnelenmiş oyunların afişleri duvarlarda yerini almıştı. Othello, Aida benim en sevdiklerimdi. Afişlerle kalsa iyi! O zaman sahnelenen oyunlarda kullanılan kostümler, takılar ve mobilyalara küçük küçük odalarda cansız mankenler eşliğinde tekrar hayat verilmiş. Ortaçağdan bu yana gelip geçen operacıların tabloları, çalınan çalgılar, müzisyenlerin heykelleri -ki Mozart’ınkini çok beğendim- o zamanın operasından aktarılan seramik biblolar velhasıl her şey çok güzeldi.

Venedik’te bir gün daha geçirmek isterdim elbette ama en azından onun havasını solumuştum. Milano’nun ki daha bir modernizmin, şıklığın ve ciddiliğin kokusuydu.

Her çeşitten tatmak da bir başka oluyormuş. Hissedebilene…

Yarın Garda Gölü ve kıyısında Sirmione, son olarak Romeo ve Juliet’in mekanı Verona…

E

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder