6 Eylül 2009 Pazar

Mutluluğun sırrı...

Bakın şu doğaya… Yeşilin bin bir rengi, mavinin tonlarına karışmış. Maviye serpiştirilmiş pembe ve turuncunun kontrasına hayran kalmamak elde mi? Ya o çiçeklerin renklerine ne demeli? Boya kutusundan devrilmiş de birbirine karışmışlar gibi… Her birinin adı da farklı hikayesi de…

Morun ve pembenin her tonunu içinde barındıran hercai menekşe, size ne kadar vefalı olabilir yazın o güzel kokuları arasında…

Kışın soğuğunda açan ve adeta kışa egemenliğini ilan eden kardelen, size ne kadar eşlik edebilir tüm toprak ona ait olunca…

Sarı ve beyazın bu kadar yakıştığı, yaprakları olmasa sevgilinizin sizi sevip sevmediğini nerden bilebilirdiniz o güzelim papatyalar olmasa… Söyleyin bana bu şirinliğinizi kimden aldınız? Var mı sizler gibi dost canlısı, güler yüzlüsü… Sizleri bir kerecik koklayabilmek için ölmenize izin veremem. Eğer ölürseniz bir gün, her zaman başımın tacı olacaksınız!

Sizinle yarışacak olan akrabanız kasımpatı ya da ayçiçeği olabilir mi? Uzun ömrün ve dayanıklılığın simgesi kışa damgasını vurduğundan mı bilinmez, bir kasımpatıyı gördüğünüzde içinizdeki çiçek de açar, hayat bulur yüreğiniz. Hele o kırmızısı yok mu, mest olmak için uzaklara bakmaya gerek yoktur, ona sevgiyle bakmanız yeterlidir. Görebilene…

Ya o ayçiçekleri… Bayılıyorum o sarıya… Arı olup çekirdeklerinde yüzmek istiyorum. Beslenmek istiyorum her bir zerresinden… Adeta güneşe çevrilmiş bir çekirdek havuzunda yıkanıyorum, canım istediğinde havuzdan besleniyorum. Aynı çikolata dolu bir nehirde yüzmek gibi… Sorarım var mı daha alası?

Ardından arka fonda Derya Köroğlu söylemeye başlıyor…
"... K
aranfiller açıyordu o zamanlar gözlerinde, bir baksam kül olurdum yüzüne, başın alıp gittiğinde yağmurlar küstü bana, bir daha yağmadılar çoşkuyla, bir karanfil yağsa yağmur büyülense yeniden dünya, gün olup da geleceksen usul usul gün yağarken, gözlerinde karanfiller açacaklar tutuşup yine..."

Söyle ey karanfil, var mı senden güzeli bu şarkıyı duyunca… Her bir kıvrımında ayrı güzellikler saklarsın, insanın başını başından alırsın.

Şimdi bir pelikan olsam, yüzsem kanat çırpıp şu engin mavide… Her bir zerresini dolaşsam da doyamam bulutlarla kaplı semayı… Bırakırım kendimi boşluğa, nasılsa rüzgarın yardımıma koşacağını bilirim. Alırım kanatlarımın altına, başlarım dağ bayır dolaşmaya, havayı içime doldurmaya… Bazen baharatlı, bazen çiçek bazen de yosun kokar, iyot kokar. Bilirim denize yaklaştığımı…

Hiç düşünmeden dalarım içine mavi boşluğun… Daldıkça dalasım gelir, suyu tenimde, ağzımda tuzunu hissetmek isterim. Yanımda çiçekler kadar güzel balıklar, büyükten küçüğe, sarısından çivit mavisine benimle beraberdir. Ahtapotun kolu omzuma dolanmış, yunus tüm içtenliğiyle yol gösterir bana. Önceden keşfettiği tüm güzellikleri bana göstermek ister, benimle paylaşmak istercesine…

Oradan ters bir pike yapıp yukarı daha da yukarı çıkarım, bulutları delip dünyayı bir çırpıda terk ederim. Sırf o siyahı görebilmek için, siyahta yıkanabilmek için… Ne güzel bir siyahtır o! Sarı, beyaz, kırmızı kandiller yakmıştır, kendini bana daha süslü göstermek için. Hareleriyle benimle beraber dönen şu Satürn’e de bakın, ya şu Jüpiter’in ihtişamı… Güneş’in fıkır fıkır kaynayan turuncu yüzü bana ne kadar da hoş gelir, yüzümü okşar, sıcaklığı içime yayılır.

Nereye gidersem gideyim hep bir güzellikle karşılaşırım, istisnasız, kusursuz…

Mahrum kalmayın, siz de açın şu gözlerinizi…

Hadi ne duruyorsunuz, mutluluk treni kalkıyor…

Sonsuz mutluluğa yelken açıyor…

Kaçırmayın, hemen dalın!

E

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder