5 Ekim 2012 Cuma

Kuma Döküm Sergisi, Cam Ocağı Vakfı, İstanbul





Efruze Cam Tasarım 22 Eylül-1 Ekim tarihleri arasında Cam Ocağı Vakfı'ndaydı. İtalyan sanatçı Pino Cherchi'nin sayesinde kuma döküm tekniğini öğrenmiş oldum. Oldukça zor olan bu teknik takım çalışmasının ne kadar gerekli ve de önemli olduğunu bir kere daha gösterdi. Çalışmalarımda emeği geçen herkese teşekkür ederim.

Tuğba Ünsal

Photograph by Robert Jackson

25 Temmuz 2012 Çarşamba



Hayvan Hakları                                                                                                                                                                


Dün gece, bir petshopdan satın aldığımız sincap Alvin'i evine uğurladık, yani ormanına, yani kendi yaşam alanına...Olması gerektiği yere... Öyle ki hayvan, o kadar ağacı bir arada görünce ne yapacağını şaşırdı. Çünkü tırmanması gerektiğini unutmuştu! Belki de hayatta onun için en önemli hareketten artık ümidini kesmişti. Bilemiyorum artık!


Eskiden olsa petshopların gerekliliğinden dem vurabilirdim. Bir kuş, bir balık hepimiz edinmişizdir. Ya da kimbilir sevinsin diye babamız, annemiz, arkadaşımız bize hediye olarak getirmiştir. Biraz sorumluluk alalım, biraz o hayvan hakkında bilgi edinelim, belki de hayvan sevgisini unutmayalım diye...

Buraya kadar iyi hoş... Saatlerce suyun içinde yüzen rengarenk balıkları izlemek insana güzel bir dinginlik veriyor. Su altında bu kadar kalıp izleyemeyeceğimize göre...Ya da tropikal bir papağanla birkaç cümle sohbet etmek hepimizin hayalidir. Başaranlarımız da olmuştur. Muhabbet kuşumuz Çakıl, 'Oynama şıkıdım şıkıdım' diyerek pek de güzel anıya imza atmıştı mesela :)

Sonra baktılar ki yok maması, yok ilaçları derken ciddi paralar kazanılıyor. Köpek ve kedi türlerinde artış oldu. Küçücük kafeslere tıktılar hayvanları...Hatta hoş görünsün diye neon bile koydular cam kafeslerin içine! Tabi ki çeşit çeşit mamalar, vitaminler, tasmalar rafları doldurdu. Para katlanarak kasadaki yerini aldı. Baktılar ne yapabiliriz diye? Akıllarına daha önce 'Bu da beslenir mi? dedirten hayvan türleri gelmeye başladı. Tarantula, yılan, pirana, timsah...Hangi insan evladı bu hayvanları beslemekten zevk alırdı ki! Macera ve gösterişten başka birşey olmasa gerek!

-'Bak ben ne kadar da korkusuzum, hatta elime bile alabiliyorum bu yılanı...
-'Ayyy, ısırdı!'
-'Ambulans!!!! Yetişin!!! Ölüyorum....'

Geçmiş olsun sana arkadaşım, belki o yılanın zehri senin kibirini ve bencilliğini felç eder de aklın bir parça yerine gelir!

Ve... Yeni moda da bu olsa gerek, asla kafeste olmaması gereken o güzelim sincaplar... Ne işi var onların orada? Koşup zıplaması gerekirken, tıkış tıkış, aç ve susuz kalmışlar, sıcağa da koymuşlar hayvanı...Utanmadan 'Zaten biz onu geri İzmir'e gönderecektik, satılmadı da...' diyen gevrek konuşmalar!

Utan be adam, utan!!! Zavallı hayvanlara işkence ettiğin yetmemiş, bir de acındırma politikasıyla güya % 50 iskonto yaparak hayvanı satmaya çalışıyorsun. Gördüm ben senin gözünde dönen o yeşillikleri!!!!

Petshoplar, kamuoyunda da oldukça geniş yer almaya başlandı. Çünkü gerçek hayvan severler bu işkencelere daha fazla katlanamamakta! Zaten beslenmesi gereken bir sürü hayvan var, işkencelerden kurtarılması gereken bir sürü hayvan var memleketimde... Evimizde bir sürü yemek artığı oluyor, paşa paşa veririz temiz kaplarda, sularını da ihmal etmeyiz köşe bucaklarda... Ohh, mis! Bu kadar basit aslında... Hem yemek ziyan olmuyor, hem bir hayvanın hayatı kurtuluyor...Daha ne ister insan!


Sözüm bu noktada anne ve babalara...

Sevgili Anne, babalar!

Çocuklarınıza sorumluluk aşılayalım derken bilin ki o hayvana yine sizler bakacaksınız. Tatile giderken hayvanı bırakacak bir yer bulamayacak, sıkıntı çekeceksiniz. O da insanlar gibi hastalanacak, gözünüzün önünde kusacak, tüyleri dökülecek ve siz ne yapacağım diye şaşırıp kalacaksınız. Sokaklar bakılamadığı için bir sürü hayvanla doldu kaldı. Belediyeler de hayvan barınaklarıyla halletmeye çalışsa da yeterli değil, onların doğal yaşam alanlarına ihtiyacı olduğunu unutmayın. Kafesler ya da çöplükler değil!

Hoş, insanın insan üzerinden para kazanıldığı bir dünyada 'Hayvanın üzerinden haydi haydi para kazanılır' dediğinizi duyar gibiyim.

Ne diyeyim,

Allah akıl fikir versin!

E

Not: Resim artık özgürlüğüne kavuşan sincap Alvin'e ait. Yeni hayatında mutluluklar dileriz :))) Ve seni bu şarkıyla evine uğurluyoruz sincap Alvin;

https://www.youtube.com/watch?feature=player_embedded&v=5kuq42qcXUA

12 Temmuz 2012 Perşembe





Birinde  olmak                                                                                                                                              



Hiç birinde olduğunuzu hissettiniz mi? Özel birinde... Sizi kanatlandıran, aklı bir karış havada bırakan biri... Olmadıysa böyle biri, üzgünüm ama hiç yaşamadınız bilin ki!

Çünkü hayat 'Ondan Önce' ve 'Ondan Sonra' diye başlar. Daha önce hiç yaşamıyormuşsunuz da O'nu gördükten sonra kalbiniz atmaya başlıyormuş hissidir bu. Neden yaratıldığınıza en güzel cavaptır aynı zamanda... Sizi hayata bağlayan bir yapıştırıcı görevi de görür üstelik, hiç ayrılmayı istemezcesine...

Ne diyordu şarkıda;

Bir kahve kokusunda
Bir tavşan niyetinde
Bir çorap fiyatında
Kalır bir yosunda
Bir deniz kıyısında
Bir martı kanadında
Bir vapur bacasında

Her yerde O'nu görürsünüz, her yerde 'O' olursunuz adeta... Bütün niyetlerinizde, bütün iyi dileklerinizde 'O' vardır. Tepeden tırnağa tüm duygularınızda O'nu yaşarsınız. Bir potada erimek onunla, boylu boyunca, kurulan her cümlede yan yana olmak istersiniz bir ömür boyunca... Bir kıvılcım kenarında, belki bir odun karasında... Farketmez nerede ve nasıl olacağı hayatın, bir yastıkta kıvrılmaca... Kimbilir belki de asla sobelenmemiş bir kovalamacada...

Hiç bitmeyecek bir romanda, sadece iki kişinin oynadığı bir piyeste olmak istersiniz. Kavuşamamak gibi bir derdiniz olmaz artık... Melankoliden çıkmıştır iş. Dedik ya bir potada erimek diye... Bir şarkıda O'nu yaşamak diye... Farketmez sizin için yanınızda olması, olmaması, kucak açıp uyumaması... Çünkü derinlerde ama çok derinlerde kaplamıştır ruhunuzu, sevgisi, o sımsıcacık gülümsemesi... Tekrar ve tekrar teşekkür edersiniz Tanrı'ya, bu perde hiç bitmesin istersiniz.

Ne olursa olsun sevmek bu noktada başlıyor artık... Tanrı'yı daha bir hissettiğiniz, ruhunuzun sevinçle yıkandığı bir dönemdir artık bu. Kırık kalplerin onarıldığı, bitmemiş cümlelerin kapandığı, sade ama sımsıcak bir kalbin attığı zamandır. 'Ne iyi ettim de yaratıldım' dersiniz. İçiniz içinize sığmaz. Cümleleriniz 'Çok şükür'lüdür artık.
Ee, kolay mı eş ruhunuzu buldunuz. Pes etme, vazgeçme zamanı mıdır artık!

İşin komik tarafı yanınızda olmasa bile o içte hissedilen boşluk hissi tamamen ortadan kalkmıştır. O hep rahatsız eden, sizi sizden eden boşluk... Doldurmak için onca çaba sarfettiğiniz ama bir türlü dolmayan yanınız... Benzini dolmuş bir arabada, fitili ateşlenmiş bir gaz lambasındasınızdır artık. Korku yok, endişe hiç yoktur hayatınızda...


Sezonu yeni açılmış bir dizide gümbür gümbür başlar hayatınız... Hiç solmayan çiçeklerle bezenmiştir o güzelim zamanlarınız... Keşkeleri tükenmiş, kendinden emin bir kelebeksinizdir artık. Uçmaya yeni başlamanın o doyulmaz zevki ve hafifliğiyle kendinizi 'AŞK'ın kollarına bırakırsınız. Süzülüp dalarsınız semasında!

Ve bilirsiniz ki...

Hiç bitmez bu sevda!

Denizde bir kum tanesi gibi hissederken bir de bakarsınız 'Çok' olmuşsunuz, akmışsınız semaya... Aynı aşkla dinlediğiniz bir müziği hiç bıkmadan tekrara almanız gibi tekrar tekrar yaşarsınız O'nunla geçmiş tüm zamanları... Aynı sevdiğiniz bir içki gibi tekrar tekrar yudumlarsınız hayatı... Bonkörlükte üstünüze yoktur. Dağıtırsınız hiç korkmadan sevginizi, esirgemezsiniz kimseden ümit etmeyi, edilmeyi...

Cümlerler de şarkılar gibi başlar. 'Lalalay lalalay...' Ne iyi ettim de doğdum dersiniz, sadece havayla beslenirsiniz. Günler geçer gider ama hiç ziyan olmamış hissedersiniz.


Eğer varsa böyle hissettiren biri,


Ne mutlu size...

İşte böyle dostlar...

Aşkla ve muhabbetle...

E

Not: Şarkının sözleri Ezgi'nin Günlüğü'nden 'Aşk biter mi?', fotoğraf ise Hollanda'da bir botanik bahçesinden...



2 Temmuz 2012 Pazartesi




Güneş, Kum, Deniz ve Aşk / Sun,Sand,Sea & Love

Güneş, o güzelim dağların arasından bir kez daha batarken, martılar, bir sahilde usul usul güneşlenen çifti izliyorlardı. Ali, güneşin alnına boylu boyunca yatarken, Ayşe güneşten biraz bunalmış olacak şemsiyenin altına saklanmıştı, bir süreliğine... Ama soğuk limonataları yanlarında ve kalplerinde birbirlerine olan aşkları onları mutlu bir aile yapmaya yetiyordu.

Kedileri 'Mırnav' sahiplerinin farkedemediği bir ayrıntıya doğru ilerlemekteydi. Zira Atlas Okyanusu'ndan taa buralara kadar yüzen sevimli bir yunus, kumsala çıkmış, bizim mutlu çifti izlemekteydi.

Mutlu anlarınızı paylaşabilmek dileğiyle...

Sevgilerimle

E

25 Haziran 2012 Pazartesi





Müzik kanatlandırır / Music wings on                                                                            

Müziğe olan tutkumu anlatabilmemin bu kadar zor olabileceği aklıma gelmezdi. Aynı bir aşk gibi, tanımlanamaz olduğundandır belki… Hayatınızı anlamlandıran, profesyonel anlamda uğraşmasanız bile sizi tamamlayan bir olgudur müzik… Asla onsuz olamayacağınız, notasız geçecek bir saniyenin bile ziyan olacağı bir varlık… 

İlk hatırladığım şarkı Bee Gees'den 'Stayin' Alive'dır. Bu da yaklaşık 3 yaşlarıma tekabül ediyor. Ve 3 yaşımdan beri profesyonel anlamda müzik dinliyorum. Aklımda sayısız notalar, melodiler, sevdiğim, sevmediğim gruplar, sayısız anılar var. Diyebilirim ki müziği aklımdan ve anılarımdan çıkarsanız oldukça boş yerler bulabilirsiniz. Müziğe olan tutkumu kanıksamış akrabalarım bile konu açıldığında; ' Yarışmaya katılırsak müzik sorusu geldiğinde seni arayacağız' diye mutlaka vurgu yaparlar. O kadar özdeşleşmişim yani!

Müzik kanatlandırır dedik. Pek de güzel yere seriverir isterse… Diyebiliriz ki hangi modda olmak istiyorsanız o tonda şarkı dinlemeniz gerekir. Depresif ve üzüntülü bir haldeyseniz inadına neşeli şarkılar dinlemelisiniz ki süratle o moddan çıkabilesiniz. Şiddetle tavsiye ederim.

Müziğin sadece benim için değil herkes için ilham kaynağı ve vazgeçilmez olduğuna inanıyorum. Şöyle bir düşünün; kendinizi çok mutlu hissediyorsunuz. Heyecanınızı anlatmanın en güzel yoludur müzik… Aşık oldunuz, ya göktesiniz ya yerde… En güzel duygular yine müzikle anlatılır. Bir filmin fonunda, bir tiyatronun ara kısmında olmazsa olmazdır müzik,  onsuz herşey yarım kalır.

Bana öyle geliyor ki insan için yaratılmış en güzel olaydır müzik… Müzisyen o anki duygularını sözlere döker, içini anlatır bir bakıma…Ve siz gün gelir şarkının sözlerinde kendinizi bulursunuz. Belki de o an içinden çıkamadığınız durumun tam da özetini verir. Ve belki de ne yapmanız gerektiğini… Bu bakımdan da anlamlı şarkıları daha çok seviyorum. Bir felsefesi olmalı şarkının…Size birşeyler verebilmeli… Sözü bile olmasa tınısıyla ruhunuza değer katabilmeli… Sizi olgunlaştırabilmeli bir anlamda…

'Tınısı güzel olan her türlü müziği dinlerim' diyenlere katılmıyorum. Anını geçiştirmekten zamanını doldurmaktan başka birşey yapmaz o müzik sana… Oysaki müziğin tedavi edici ve beyin kıvrımlarını geliştirici özelliği kanıtlanmış durumda… Demek ki kulağımızı ve ruhumuzu tam vererek dinlemeliyiz müziği…Bir taşla iki kuş misali…

Müziğe hayatımı borçluyum desem fazla abartmış olmam. 33 yıldır onu dinlememin meyvelerini şimdi cama şekil vererek alıyorum. Sağ beynimi geliştirmesinden dolayı şimdi daha rahat sanatımı icra edebiliyorum. 

Eğer bu dünyaya gelme nedenlerinize bakarsanız pek çok şey bulabilirsiniz. Ben her tanıştığım güzel insanlarda, güzel dostluklar ve akrabalıklar yanında her dinlediğim müzikte 'İyi ki yaratılmışım' diyorum. Kaçıracaktım yoksa tüm bu güzellikleri…

Kısaca, 

'İyi ki müzik var'

'İyi ki varsınız'

Herkese selam olsun.



Kelimeleri notalara ustaca döken bir grupla yazımı noktalıyorum.

http://www.youtube.com/watch?v=gPya80o-xyA&feature=g-vrec


Müzikten nasıl ilham alındığını görmek için aşağıdaki yazıma,

http://efruze.blogspot.com/2009/02/ilhamn-nerden-gelecegi-belli-olmaz-ama.html


En iyi 100 şarkı listemi görmeniz için bu yazıma tıklamanız yeterli...

http://efruze.blogspot.com/2008/12/aklma-ilk-den-arknn-bee-geesden-stayin.html


Tuğba Ünsal
www.efruze.com

NOT: 'Piyano' adlı eser Efruze Cam Tasarım'a, fotoğraf çekimi ressam Özlem Akgündüz'e aittir. İzinsiz kullanılamaz.

15 Haziran 2012 Cuma

'Tanrı'ya şiir' / 'Poet to God'


Tanrı'ya Şiir



Tanrım, sana şükürler olsun.
Şükürler olsun ki, bana değer verdin, beni yarattın.
Çekip gitmedin, hep yanımda kaldın
Besledin, büyüttün…
Yaşayabilmem için bir beyin ve bir kalp verdin.
Aklımı çalıştırdın, bugünlere getirdin.
Kalbimi yarattın, çokça sevmemi sağladın.
Öyle bir kalp yarattın ki sevdikçe büyümekte…
Neden beni dünyaya getirdiğini söylemekte…

Her şarkı dinleyişimde, bulutları her izleyişimde
'İyi ki gelmişim, bu dünyaya…' diyorum.
Kalbim mutlulukla çarptığında sana daha çok sarılıyorum.
Öyle ki bu rüya hiç bitmesin istiyorum.
Tıpkı cennetinde olmak gibi…

Seni sevgiyle selamlıyorum Tanrım
Yaşanmış ve yaşanacakların toplamı adına
Sana gönülden ve tüm içtenliğimle
Şükrediyorum

Seni seven kulun…
E

Fotoğraf, internetten alıntıdır.

5 Haziran 2012 Salı

'Bir zamanlar…' / 'Once upon a time'



'Bir zamanlar…' / 'Once upon a time'
Bir zamanlar sevgiyle korunan bir şehir varmış. Uzayda sadece bir tek şehir  olarak varolan bu korunaklı ülkeye gidebilmek için temiz kalpli olmak gerekiyormuş. Sarı bir koruma kalkanıyla korunan bu küçük ülkenin de güler yüzlü anne babaları ve sürekli oyunlar oynayan çocukları varmış. Öyle ki uçurtmalar hiç eksik olmazmış gökyüzünde… Rengarenk balonlar uçarmış kuşlarla birlikte… Gökkuşağına doğru atılırmış toplar, şenlik içinde…

Ve bu sevgi ülkesinin bir kral ve kraliçesi varmış. Güneşlerinin turuncu olduğu bu şehirden atılmışlar bir gün… Evlerini çalmışlar çünkü sarı güneşli 'Dünya'lı denilen insanlar…Huzurlarını bozmuşlar onların, korku içinde ne yapacaklarını bilemeden öylece kalakalmışlar. Ellerinde sadece siyah bir gül…

Bu tablo bu hikayeyi anlatır size… Elinizdekilerin kıymetini bilip kendi değerlerinize sahip çıkın diye…

Öyleyse kalın sağlıcak içinde…

E

6 Nisan 2012 Cuma

'Pamukkale' üzerine bir öykü


İnsanoğlu 2000’li yılları devireli 12 yıl olmuştu. Devirmişti devirmesine de insanlık olarak çağ atlayabilmiş miydi? Zira bin yıl önce neden savaşıyorsa yine aynı sebeplerden dolayı savaşıyordu insanoğlu… Üstüne bir de hiç olmadığı kadar havayı kirletmiş, karbondioksit salınımını arttırarak sıcaklığı arttırmış, doğal olarak buzulların erimesini sağlayarak doğanın dengesini hepten bozmuştu.

Tüketim çılgınlığı almış başını gitmiş, doyumsuz topluluklar ordusu yaratılmaya başlanmıştı. Kayırma ve iltimas, geçmişi aratmayacak derecedeydi. Mutluluklar anlık ve yakalanması zor bir duygu olmuştu. Bencillik had safhaya geldiğinden onu tahtından indirmek oldukça zor olsa gerekti.

İşte dünya hali böyle devam ederken Japonya’nın küçük bir kasabası olan Kuşimoto’da bir genç yaşarmış. Yaşlı annesiyle beraber yaşayan bu gencin adı Atsushi imiş. Atsushi, balıkçılık yaparak geçimini sağlıyormuş. Çok çalışkan ve meraklı olan bu gencin tek derdi annesinin hastalığına çare bulmakmış. Romatizması olan kadıncağız, yaşlılıktan dolayı da kemik erimesi varmış. Ve ilaçlar yeterli gelmiyormuş.

Atsushi, Japonya’da dolaşmadık yer, danışmadık doktor bırakmamış ama hala annesini rahatlatacak bir tedavi bulamamış. Kara kara düşünürken yanına arkadaşı Ahmet gelmiş. Ahmet, Türk ismi değil mi diye şaşıranlara hemen bir açıklama getirelim:

Ahmet’in dedesi Mehmet, bundan 120 yıl önce Ertuğrul Fırkateyni’nin Kuşimoto yakınlarında batmasıyla kurtarılan bir Türk imiş. O zamanın Kuşimoto halkı kurtulan 69 Türk’e evlerini açmışlar ve çocuklarına da Türk isimleri vermeye başlamışlar. Hatta öyle ki şehitler için bir anıt bile dikmişler. Türk dostu bu kasabanın yetiştirdiği iki çocukmuş Atsushi ve Ahmet…

-‘Derdin nedir? demiş Ahmet.

-‘Annemin ağrılarını dindiremedim, ne yapmam gerektiğini bilmiyorum’ demiş Atsushi.

-‘Benim bir fikrim var ama oraya gitmek biraz zor olacak’ demiş Ahmet.

-‘Nedir? diye atlayınca Atsushi, Ahmet devam etmiş.

-‘Biliyorsun, İstanbul’da yükseğimi yaparken Denizlili bir arkadaşım vardı. O bahsetmişti. ‘Pamukkale’ diye bir yerleri varmış. Bembeyaz travertenleri ile dünyada tekmiş. Travertenin beyazlamasını sağlayan su da şifalıymış. İnsanların içinde yüzebilecekleri havuzlar varmış orada…Belki anneni oraya götürmek istersin…’

-‘Güzel bir fikir, hem denemekten zarar gelmez. Biliyorsun Türkleri de seviyoruz hem kültürleri hakkında da bilgilenmiş oluruz. Sen de gelmek ister misin?’

-‘Olur, hem ben de özlemiştim Türkiye’yi… Denizli’yi de hiç görmedim. Duyduğuma göre kebabı da ünlüymüş!’

-‘O zaman ne duruyoruz? Hemen çıkalım yola…’

Maceranın sonu belli… Annesine şifalı suyun iyi gelmesine sevinen Atsushi’ye de Denizli kebabının tadını çıkarmak düşmüş.

24 Mart 2012 Cumartesi


'Hayallerin ötesinde oturmuş çayımı yudumluyorum'


Şimdi kendimi kırmızı bir Mustang'le Arizona Çölü'nün ince uzun yollarında 150 km hızla giderken hayal ediyorum. Son ses açıyorum müziğimi… Ne mi çalıyor? Belinda Carlisle… Şarkısı da 'Lay Down Your Arms' Belinda ve benden başka kimse yok çölde… Az ilerde batmakta olan güneş, mis kokulu bir sakinlik yayınlamakta… İki kartal ise yukarıdan bizi selamlıyor, hatta az önce birinin bana göz kırptığını söyleyebilirim. Az sonra onlara jetler katıldı. Adeta gökyüzünü yırtan bir sesle sorti yaptılar ve göğün 5. katında kayboldular.


Baktım ilerde deniz var. Hemen arabamı oraya doğru sürüyorum. Üzerimde 60'lı yılların kıyafetleri…Gözümde kemik çerçeveli güneş gözlüğü, pembe straplez ve çan etekli elbisem, başımda ise Audrey Hepburn'ünkini aratmacak bir eşarp…Derhal kıyıya çekiyorum. Kırmızı topuklu ayakkabılarım kumlara nazikçe basıp ilerliyor. hiç acelesi yok, salına salına deniz kenarına varıyoruz. Beni bekleyen bir kayık var orada… Biniyorum, sanırsın Venediktesin. Ağır adımlarla suyun akışına bırakıyorum kendimi…Alabildiğine turkuaz ve alabildiğine yeşil…Dipteki kum tanelerini görebiliyorum. Sanırım altından yapılmışlar. Kum ve deniz…Bir de rüzgarın tatlı melodisi… Bana fısıldıyorlar; 'Hayat güzel, yaşamak güzel, deniz güzel, hava güzel…'


Kıyıya varıyorum. Büyüklü küçüklü bembeyaz yatların olduğu bir yer burası…Denize bakıyorum havanın iyot kokusu ve yanık tenli insanları görüyorum. Anlıyorum, Rodos'a gelmişim. Arnavut kaldırımlarından salına salına bir tavernaya geliyorum. Rengarenk lambalarla ışıklandırılmış tavernanın avlusunda tahtadan masalar var. Üzerleri mumlar ve beyaz çiçekler serpiştirilmiş. Şöyle felekten bir gece geçiriyoruz, daostum rüzgar, dalga ve bir de martı…Martı tanıdık, Martı Jonathan Livingston…Herkes maceralarını okumuştur eminim. Benim gibi bir macerapereste de böyle bir arkadaş gerekli!


Bakıyoruz saate baya geç olmuş, hava sıcak…Nereye gidelim derken gözlerimi kapatmamı söylüyor Jonathan, üzerime de bir şeyler giydiriyor, kapşonu kürklü…Anlamıyorum ama güveniyorum nasılsa ona…


Gözlerimi açmadan önce soğuğun nefesini hissediyorum. Sanki yanaklarımdan birer makas alıyor rüzgar… Yine de üşümüyorum, hoşuma bile gidiyor. İnsan sevildiğini bu şekilde hissediyor çünkü… Martı 'Gözlerini açabilirsin' diyor. Açıyorum. Bir de ne göreyim? Kutuplardayız. Tam olarak kuzey kutbunda… Kuzey ışıkları gökyüzünde dans ediyor, karşı buzulda kutup ayısı ailesi bana el sallıyor, hoşgeldin diyor. Gökyüzüne doğru şezlonglarımıza uzanıyoruz. Kuzey ışıklarının dansı o adar güzel ki! Maviden yeşile, mordan sarıya çalıyor. Tıpkı bir tablo gibi…Ama bu tablo resmen dans ediyor, yani canlı… Öyle dalmışız ki hayallere birden uyanıyoruz:


Gözlerimi açıp bir bakıyorum; Atölyede ekran başındayım. Uflaya uflaya yerimden kalkıyorum. Doğru işimin başına…:)


26 Ocak 2012 Perşembe

Dümene Geç



...

Birden dünyadaki en zor şeyin başkaları tarafından anlaşılmak olduğunu anladı. Ya da anlaşılamamak! Düşünceler adeta beyninde fırtınalar yaratıyordu. Demek her insanın en çok gereksinim duyduğu şey anlaşılma isteğiydi. Varolan tüm sıkıntıların başlıca nedeni bu olsa gerekti.
Anlaşılmak… Ya da anlaşılamamak!

Şöyle bir düşündü: Dünyada var olabilmenin tek koşulu bir başkasına kendini ispat edebilmekti. Çocuk, annesi ve babasına; eş, eşine; çalışan patronuna; öğrenci öğretmenine kendini ispatlamak zorundaydı. Hayat bir oyun değil miydi? Ve her oyun gibi bu oyunun da seviyeleri vardı. Her seviye aşıldıkça daha da zorlaşıyordu. Ve insan her seviyede daha bir kendini aşmak zorundaydı. Neden?

Elbette kendini bir diğerine kanıtlamaktı esas olan. Övgüleri kabul ederek egosunda biriktirmeler yapıyordu, zor zamanlarında oradan çıkarıp kullanabilmek için… Ve tabiki kendini, yarıştığı diğer insandan daha özel ve akıllı olduğunu göstermek istiyordu insan. Kıskançlığın göstergesiydi belki…Ama egoyla ilgili olduğu bir gerçekti. Hiç bitmeyecek bir yarış olduğunu çok geçmeden anladı.

Hayatı boyunca anne ve babanın çocuğunu diğer kardeşiyle, kardeş yoksa komşu oğluyla ya da sıra arkadaşıyla kıyasladığını görmüştü. Anne ve babasının gözüne girmeyi onların bir numarası olmayı öyle çok istemişti ki insanoğlu, her bir seviyeyi atladığında anlık mutluluklar tattı. Önceleri basamaklar ayağını kaldırılınca aşılabiliyorken gittide aşılmaz duvarlarla kuşatıldığını geç de olsa anlayabilmişti belki de! Ve aslında ne yaparsa yapsın istediği takdir puanını alamayacağını, aldıklarının da bir süre sonra kendisine yetmeyeceğini gördü.

Ve elbette bu yarış beraberinde yalnızlığı getiriyordu. Öyle ya insan, madem diğer bir insan tarafından takdir göremiyorsa anlaşılamamış demekti. Anlaşılamamak da insanı yalnızlığa doğru itmekteydi. Hele ki iletişimin sadece klavyeler aracılığıyla yapıldığı böyle bir çağda ne kadar anlaşılabilirdi insan! Birinin gözünün içine bakmadan, karşılıklı birer kahveyi paylaşmadan…

Kendini içinden çıkılmaz bir labirentte hissederken aniden zihninde bir ışık parladı:

Ve anladı ki aslolan insanın sadece ve sadece kendisiyle yarışması gerektiğiydi. Sadece kendini kendine ispat etmek zorunda olduğu gerisinin boş olduğunu anladı.

Hepsi bu!

Tuğba Ünsal
26.01.2012

Not: Resim internetten alıntıdır.

19 Ocak 2012 Perşembe

Bir sanatçıyı anlamak 2

19.01.2012


Dünyada karşılığını alamadığınız belki de en önemli olgu emeğinizdir. Hiçbir insan evladı emeğinin karşılığını alamadığı gibi yeterince bir değer de biçemez. Çünkü hakikaten karşılığı parayla pulla ölçülecek bir şey değildir, emeğin… Yaşamak için bir işe ihtiyacınız vardır ve bu işi daim ettirebilmeniz için bolca emeğe… Bir düşünün? Bu iş için nelerden vazgeçiyorsunuz, nerede olmanız gerekirken nerelerdesiniz? Vs…


Kimse parayı kolay kazanmıyor. Kolay para kazandığını düşünenler bile bir emek harcıyordur illaki! Sanırım diğer insanlarla olan iletişim en çok insanı yoran. Hele ki bugünlerde görgü kurallarının azaldığı bir zamanda yaşıyorsanız vay halinize…Halimize!


Kimileri için de biz sanatçıların dünyasını anlamak zordur. Bu yüzyılda bile bilim, sanatçıların beyninin nasıl çalıştığına cevap bulamazken

burada bahsedilen kimi insanların sanatçıları anlaması gerçekten daha zordur. Uğraş ister, üzerinde bolca düşünülmek ister.


Bir örnek verelim: Mesela oldu ki çok beğendiğiniz bir sanatçının atölyesini ziyaret ettiniz. İçeriye girdiniz. Şöyle gözünüz gönlünüz açıldı adeta! Her yer sanki bir renk cümbüşü! Nereye bakacağınızı hangi esere odaklanacağınızı şaşırdınız. Sanatçıyla da sanat hakkında birkaç kelam sohbet ettiniz. Öyle ya sanattan anlıyorsunuz, orayı ziyaret ettiğinize göre! En nihayet gönlünüze göre bir parça seçtiniz fiyatını sordunuz. Sonra üzerine birkaç ekleme daha yaptırdınız. Buraya kadar herşey normal görünüyor.


Sonra dediniz ki;


-Yanımda para getirmemişim. Akşam üstü bizim dükkana bir uğrayıp da alsanız parayı?


Sanatçı dediğin senin onurlu bir insandır, narindir. Uşağın değil!Bu bir!


Hadi es geçtiniz, eve giderken müşterinin dükkanına uğradınız. Para olarak size eklemelerin de haricinde ve bedelin altında bir para uzatılır. Dona kalırsınız.


Sanatçı dilenci midir? Burada sadaka mı veriliyordur? Bu iki!


İkinci şaşkınlığı üzerinden atan sanatçı, 'Hayır' der. 'Bırakın ana eseri daha eklemelerden de para almam gerek!'


Hayır kurumuyuz burada diye de içinden geçirir.


Ve ekler yine nazik tavrını koruyarak;


- Tabi siz beni bu eserleri yaparken hiç görmediniz, nasıl bir emek verdiğimi o yüzden bilmiyorsunuz.


Dükkandaki herkes sanki uzaydan gelmişcesine sanatçıya bakar. Öylece, aval aval!!!


Cüzdanın içinden yine bir komik parayı sanatçının eline tutuşturur alıcı, sanki bir matahmış gibi…'Sana bu para yeter, ne kadara mal ettin ki bu paraya satıyorsun, al şu parayı hayrını gör!' der gibi…


Bu noktada ikiye ayrılır sanatçı tipi:


1)Hala toydur ve gururludur. 'Senin parana ihtiyacım yok. Allah tependen baksın!' der ve olay mahalinden ayrılır.


2)'Ne münasebet, o emeğimi hiçe sayıyor diye ben niye emeğimi heba edeceğim' diyerek parasının geri kalanını ister. Bence iyi de eder!


Eminim özellikle sanatçı arkadaşlarım bu repliklerle sıkça karşılaşmışlardır. Zaten sanatla geçim sağlamak zor bir de cahil cüheyla takımıyla böyle münasebetsiz tavırlara şahit olmak tüm yaşam sevincini alır insanın.


Bu noktada sevgili memleketim insanına seslenmek istiyorum:


Eğer bir eser beğenirseniz fiyatını sorun, alabilecek gibiyseniz parasını verip güzel güzel evinizin yolunu tutarsınız.


Alamayacaksanız teşekkür edin, elinize sağlık deyin, sonra oradan uzaklaşın. Böyle alicengiz olaylarına hiç karışmayın! Hem bakın, Ne güzel sanatın havasını bile koklamış olmak size yetecek hatta artacak bile!


İşte böyle dostlar!


Bir başka görgü kuralı serisinde buluşmak üzere…


Şimdilik hoşçakalın.


Tuğba Ünsal

www.efruze.com