30 Aralık 2008 Salı

Küçük Hikayeler: Hüma Sultan

Bir sonbahar günü, sarayda bildik telaşlardan biri yaşanıyordu. Oraya buraya koşuşturan insanlar, ellerinden geldiğince işlerini yapmaya çalışıyorlardı, her zamanki gibi... O gün, Hüma Hatun da erken kalkmış, kaftanını giymiş, büyük salonda dışarıdaki telaşın dinmesini bekliyordu. Bugün oğlu Fatih Sultan Mehmet, seferden yine galibiyetle dönüyordu. Belki de bu dünyada en iyi yaptığı şey, onu dünyaya getirmekti. Oğlunu düşündükçe koltukları kabarıyor, içi içine sığmıyordu. Fatih’in doğduğu gün, Hüma Hatun’un babası Tacettin İbrahim Bey torunu için, bir şölen vermiş, onun iyi bir padişah için gerekli özelliklere sahip olduğunu, gözlerinin içine baktığında anlamıştı. Fatih’in doğduğu günden bu yana Hüma Hatun, oğlu için döktüğü gözyaşı sayısı kadar Efruze’ye küçük cam boncuklar yaptırmıştı. Camları özenle bir kesede saklıyordu. Cebinden kesesini çıkardı, yavaşça içindekileri eteğine boşalttı. Ne çok boncuğu olmuştu. Üzüntü gözyaşları için kırmızı, sevinç gözyaşları için sarı, sebepsiz gözyaşları için (ki bu herkeste görülür) turuncu renk boncuk yaptırmıştı. Ve şimdi hepsi avuçlarından taşıyordu.’Bu boncuklarla bir şeyler yapmalıyım’ diye düşündü. Bu işi yine yapsa yapsa Efruze yapardı. Boncuklarını topladı, keseye koydu ve hizmetkarına boncukları teslim etti.

Akşam üstü, hizmetkarı elinde bir paketle içeriye girdi, paketi Sultanına verdi. Heyecanla paketi açtı, içindeki kolyeyi özenle çıkardı ve o günkü mutluluğuna bir sevinç gözyaşı daha eklendi. Acısıyla tatlısıyla bu kolyedekiler onun bir parçasıydı. Onu Hüma Hatun haline getiren gözyaşlarını sevgiyle boynuna taktı. Büyük bir huzurla oğlunun gelişini pencereden izlemeye koyuldu.

(Fatih Sultan Mehmet ‘in annesi Sırp Despina nam-ı diğer Hüma Sultan, 2. Murat ‘ın eşidir. İsfendiyaroğulları’ndan Tacettin İbrahim Bey'in kızı Hatice Alime Hüma Hatun, Fatih Sultan Mehmet'in yanında, İstanbul Fatih Külliyesi'ndeki Fatih Camii'nde yatmaktadır.)

Hüma Hatun ermiş muradına, biz kalalım her zaman sağlıcakla...
E

29 Aralık 2008 Pazartesi

Küçük Hikayeler: Nur-banu Sultan

Nurbanu Sultan ile müstakbel kayınvalidesi Hürrem Sultan, sarayın güller ve kocamış ağaçları arasında gezintiye çıkmışlardı. İkisi de hiç konuşmadan yavaşça yürüyor, baharın o güzel kokusunu içlerine çekiyor, huzur ve mutluluğun tadını çıkarıyorlardı.

Bu konuma gelmeleri çok zaman almıştı. İkisi de dış ülkelerden saraya gelin gelmişlerdi. Nurbanu’yu, dört yıl boyunca Hürrem Sultan Harem’de yetiştirmiş, saraya layık, oğluna layık bir eş olması için çabalamıştı. 4. yılın sonunda özel bir törenle Şehzade Selim’e armağan edilmişti. Şimdi ikisi de bu işin sonucundan memnundu. Evet, ikisi de çok yorulmuştu, çok çaba sarf etmişlerdi. Ne de olsa bir insanın yetişmesi, eğitilmesi hiç de kolay değildi. İkisi de ellerinden geleni yapmışlar, bu zor süreci beraberce atlatmışlardı. Nurbanu, kayınvalidesini, şimdi hayatta olmayan annesinin yerine koymuştu bile.

Anne kız bahçenin sonuna geldiklerinde Mimar Sinan elinde bir paketle yanlarında bitiverdi. Paketi Hürrem Sultan’a teslim etti, bayanları selamladıktan sonra usulca bahçeyi terk etti. Hürrem, tamamen içinden gelerek bu paketin içindekini Nurbanu’ya özel olarak Efruze’ ye yaptırmıştı. Bir zamanlar kendi kocası da ona böyle bir hediye hazırlatmıştı. Şimdi sıra ondaydı. Paketi gelininin ellerine bıraktı. Yine konuşmuyorlar, sadece gözleriyle anlaşıyorlardı. Nurbanu, elleri titreyerek ve gözleri dolarak paketi açtı. Kolyeye uzun süre baktı, baktı. Harem’de geçirdiği dört yılın anısına dört ayrı renkte cam boncuk yapılmıştı ve her birinin altında onu yetiştiren insanları temsil eden küçük bir boncuk yerleştirilmişti. Dört ayrı kademenin ardından ortada, Nurbanu’yu temsil eden bir büyük cam boncuk konulmuştu. Kolyeyi özenle boynuna taktı, kendini tutamayıp kayınvalidesine sarıldı. İki kadın, mutluluklarını, bu güzel armağanla anlamlandırmış oldular.

Onlar ermiş muratlarına, biz kalalım sağlıcakla...

(II. Selim'in eşi ve III. Murat'ın annesidir. Venedikli olan Nur- Banu Sultan, dört yıl boyunca Hürrem Sultan tarafından haremde eğitilir ve Şehzade Selim'e armağan edilir. Atikvalide Külliyesi'ni Mimar Sinan'a yaptırmıştır.)

E

28 Aralık 2008 Pazar

Küçük Hikayeler: Safiye Sultan

Sofia, yatağından kan ter içinde kalktı, aceleyle üstünü giyindi ve hızlı adımlarla bahçeye çıktı. Bir kaç dakika kafasını toplamak için kimsenin göremeyeceği bir yere oturdu. Kafası allak bullak olmuştu, gece gördüğü rüyanın hala etkisindeydi.
Rüyasında hiç bilmediği bir yerde, hiç tanımadığı bir insanla loş bir bahçededir. Ak sakallı olan bu dede ile karşılıklı oturmaktadırlar. Aralarında çok garip bir konuşma başlar. Dede, bu zamana kadar olan hayat hikayesini ona anlatır, sanki kendisi bilmezmiş gibi. Venedik’ten saraya Sultan 3. Murat’a gelin geldiğini, oğlunun 3.Mehmet olduğunu, ona artık Safiye diye hitap edildiğini, şu anda kendisinin İstanbul’da Yeni Cami’yi yaptırdığını söyler. Buraya kadar her şey normaldir. Ama ya sonra söyledikleri!

Sofia’ya, Beyazıt’a sürüleceğini, hayatının tehlikede olduğunu söyler. ‘Acil olarak Yeni Cami’nin avlusu olacak yerde bir büyük ağaç var, ağacın altındaki ağacı boynuna tak, nazardan, büyüden korusun’ der. Sonrasını hatırlayamaz. Ne demekti ki bu? Ağacın altındaki ağaç nasıl boyuna takılabilirdi?

Büyü gibi şeylere inanmasa da merakına yenilip hızla oturduğu yerden kalktı. Bahçedeki hali hazırda bekleyen faytona binip camiye doğru yol aldı. Camiye geldiğinde avluyu hızlı adımlarla taradı ve ağacı buldu. Dibini biraz eşeleyince bir paketle karşılaştı. Açtığında mavinin tonlarından yapılmış cam bir kolye buldu. Kolyeyi eline aldı ve incelemeye başladı. Etiketinde Efruze yazılıydı. Birkaç dakika sonra dedenin ne demek istediğini anladı. Kolye, mavi bir ağaca benziyordu. Gövdesi, kökleri bile çok açık bir şekilde göründü gözüne. Hemen besmeleyle boynuna taktı, başka ne diyeceğini, ne dua okuyacağını bilemedi. Sadece başına bir felaket gelecekse bunun olmaması için dua etmekten başka bir şey elinden gelmedi.

Safiye muradına erdi mi bilinmez ama biz kalalım sağlıcakla...

(Safiye Sultan, 1548 yılında doğar. Sultan III. Murat'ın eşi ve Sultan III. Mehmet'in annesidir. Gerçek ismi Sofia Baffo'dur. Venediklidir. 1603'te elli beş yaşındayken sürgün yeri olan Beyazıt'taki Eski Saray Haremi'nde şaibeli bir nedenle vefat eder.)
E

27 Aralık 2008 Cumartesi

Küçük Hikayeler:Mahpeyker Kösem Sultan

Güzel bir nisan sabahında yağmur ince ince, etrafına şifa dağıtırcasına neşeyle yağıyordu. Etrafta taze kesilmiş çim kokusu, bir tarafta mis gibi ekmek kokusu dolaşmaktaydı. Huzur dolu böyle bir sabahı asla kaçıramazdı Kösem. Yavaş adımlarla etrafı sindirerek karşısındaki büyüleyici manzaraya doğru ilerledi.

Elbette hayatında pek çok mucize olmuştu. Sırbistan’dan buraya gelin gelmiş, sarayda belki de kocasından çok daha fazla söz sahibi olmuştu. Biraz hırslıydı. En azından çevresindekiler öyle söylüyorlardı. İnsanın kendisi ve çocukları için en iyisini istemesinde ne gibi bir yanlış vardı anlayamıyordu. Evet, biraz asabiydi, dediğim dedikti. Ama verdiği kararlardan hiç pişman olmamıştı. Bu asabiliği biraz oğlu 4.Murat’a geçmiş olmalıydı. Öbür oğlu İbrahim için yapılacak pek bir şey yoktu. Kader onun aklını alalı çok olmuştu. Karamsarlığı, manzaraya daha da yaklaşınca biraz olsun hafifledi. İşte başka bir mucize karşısında duruyordu. Çocukluğundan beri gökkuşağı gördüğünde bütün acıları, korkuları, endişeleri giderdi. Sanki başka bir boyuta geçiyormuş, renkler arasında yüzüyormuş hissine kapılırdı.

Birden arkasında bir tıkırtı oldu. Arkasına hızla dönüp baktı ki torunu 4.Mehmet elinde bir paketle gülümseyerek ona doğru geliyordu. Mehmet babaannesinin elini öptükten sonra onun için Efruze’ye bir hediye tasarlattığını söyledi. Annesiyle babaannesinin arası hiç düzelmemişti ve hep ikisinin arasında kalmıştı küçük Mehmet. Şimdi bunların hiç önemi yoktu, içinden gelmişti ve bu hediyeyi vermek için bu manzarayı kaçıramazdı. Kösem Sultan, elleri titreyerek hediyesini açtı ve bir süre olduğu yerde kaldı. Hiç hayatında böyle bir hediye almamıştı. Gökkuşağının yedi rengini içeren camdan bir kolyeydi bu. Kolyesini boynuna geçirdi, küpelerini taktı. O kadar duygulanmıştı ki torununa sımsıkı sarıldı ve ondan hiç ayrılmamayı diledi.
Onlar ermiş muradına biz kalalım sağlıcakla...

(1590 yılında doğar. Sultan I. Ahmed'in eşi ve Sultan IV. Murad ile Sultan İbrahim'in (Deli İbrahim) annesidir. Aslen Sırp'tır. Genç yaşta dul kalmıştır. Gelini, torunu IV. Mehmed'in annesi Turhan Sultan tarafından 1651'de boğdurulur. İstanbul'daki en büyük kervansaray olan Büyük Valide Han, onun tarafından yaptırılmıştır.)

E

Küçük Hikayeler: Hürrem Haseki Sultan

Roxelanne, yavaşça gözlerini açtı ama hemen kalkmak istemedi. Bütün haftanın yorgunluğu hala üzerindeydi, biraz kendine izin verdi ve düşünmeye başladı. Rusya’da başlayan hayat serüveni onu ta İstanbul’a getirmiş, üstelik koca bir imparatorlukta söz sahibi yapmıştı. Hala inanamıyordu, bunca zaman ne çok yol kat etmişti. Artık yaşlanıyordu, kendi kabul etmek istemese de...

Kalkmalıydı artık, ne de olsa İstanbul’un en büyük hamamını yaptırmıştı kendi adına. Mimar Sinan yine ne iyi iş çıkarmıştı! Kendisine ayrıca bugün için özel bir hediyesi olduğundan da bahsetmişti. İçin için merak ediyor, sabırsızlanıyordu. Hemen kalkıp yeni diktirdiği kaftanını giydi ve avluya çıktı. Sarayda telaş çoktan başlamıştı.

Kalabalık arasından sevgili kocası, o yüce insan ona doğru geliyordu. Eski günlerdeki gibi içinde bir heyecan duydu, ona sevgisi hiç azalmamıştı ki! Avludan yavaşça indi ve ona doğru yürümeye başladı. Göz göze geldiklerinde zaman sanki durmuştu. Birbirlerine yaklaştılar. Tek kelime bile etmeden Kanuni, elindeki hediye paketini sevgili Roxelanne’ine, saraydaki adıyla Hürrem’ine uzattı. Kelimeler yine kifayetsiz kalmıştı. Paketi açtı ve gözleri dolu dolu oldu. Hiç hayatında böyle bir gerdanlık görmemişti. Usulca paketinden çıkardı ve bir çırpıda boynuna takıverdi. Kıyafetiyle ne de uyumlu olmuştu. Üzerindeki onca cam boncuk arasında üç turuncu cam boncuk ilgisini çekti. Sorduğunda onların eşini, kendisini ve oğulları Sultan Selim’i temsil ettiğini öğrendi. Mimar Sinan özel olarak Efruze’ye yaptırmış, Kanuni’ye vermek kalmıştı. Duyguları o an daha da katlandı. Eşine sarıldı sonra beraberce kalabalığa karıştılar.

Onlar ermiş muradına, biz kalalım sağlıcakla...


(1506 yılında doğan Hürrem Sultan, Kanuni Sultan Süleyman'ın eşi ve Sultan II. Selim'in annesidir. Aslen Rus olan Roxelanne, Hürrem ismini sarayda alır. 15 Nisan 1558 yılında vefat etmiş, Süleymaniye Camii'ne defnedilmiştir. İstanbul'un en büyük ve görkemli hamamı olan Hürrem Sultan Hamamı, Hürrem Sultan, Mimar Sinan'a yaptırmıştır.)

E

Küçük Hikayeler: Önsöz

Efruze’nin temellerini atmaya başladığımda kaçınılmaz olarak bir web sitesi hazırlamam gerekti. Kişiye özel tasarımlarımın bana göre kendine has kişilikleri olduğundan yola çıkarak, herkesin bir hikayesi olduğu gibi tasarımlarımın da bir hikayesi olmalı diye düşündüm. Ve ilk hikayelerim bu şekilde hayat bulmaya başladı.

‘Osmanlı Kolyeleri’ başlığı altında yazdığım ve resimlendirdiğim tasarımların birçok internet sitesinde kendilerine mal edildiğini üzülerek gördüm. Ve yine yanlış anlaşılmaları düzeltmek adına, Sultan adlarının sadece kolyelere verilmiş bir ad olduğu, hikayelerin ve kolyelerin o zamana ait olmadığının altını çiziyorum.

İşte tüm bu olanlardan sonra, ana kaynağından resimleri ve hikayeleri tekrar yayınlamaya karar verdim. Böylece bu yazıyı okuyan herkes ‘Emek’ denen o varlığın, kolay yutulacak lokma olmadığını bir kez daha anlamış olur.

Emeğe saygılarımla…

E

25 Aralık 2008 Perşembe

Kulağımda biriktirdiğim şarkılar...

Aklıma ilk düşen şarkının The Bee Gees’den ‘Stayin’ Alive’ olduğunu hatırlıyorum. Şarkının çıkış tarihine bakacak olursanız benim üç sayısına adım attığım yaşlarda olduğumu görürsünüz. Bu kadar küçük yaşta hatırlaman mümkün değil! diyenler için biraz daha ayrıntı vereyim:

Dedemlerin eski evinin bahçesi farklı renkte gülleri barındıran ve ortasında çeşmesi olan güzel bir bahçeydi. Öyle ki, ‘Güllerin içinden canım, koşarak koşarak gel bana gel…’ şarkısını anımsatacak fotoğraflarım mevcuttur.

Neyse, bahçenin ortasında olduğumu hatırlıyorum. Birden ikinci kattan ev ahalisinden biri –dayım olması kuvvetle muhtemel- radyoyu açtı. Ben, bakışlarım yukarıya sabitlenmiş, şarkıyı dinlemeye başladım, dinlemek ne kelime içime dolduruyordum sanki. ‘Ne kadar da güzelmiş, bu şarkıyı unutmamalıyım’ diye içimden geçirdim. Ama ne yazık ki şarkıyı ikinci kere dinleyebilmek için çok uzun yıllar beklemem gerekti.

Radyoyla olan arkadaşlığım, yerini, on yaşında bana alınan ilk kasetle kasetçalara devretti. Böylelikle ilk koleksiyonum ‘Top Gun Soundtrack’ ile başlamış oldu. Duyduğum büyük bir açlıkla kulağımı doldurmaya başladım. Harçlıklarımı biriktirip yeni arkadaşlar satın alıyordum. Benimle müzik yoluyla konuşan arkadaşlar… Bazıları oldukça sığdı, arkadaşlığı bana bir şey vermediği için bir daha dinlememek üzere onları terk ettim. Bazılarıyla ise yıllar boyunca arkadaşlıklarını sürdürdüm. Çünkü o ilk anda duyduğum heyecan hiç silinmedi. Usanmadan tekrar tekrar dinledim onları.

Aşağıda dinlemekten hiç sıkılmadığım, dinledikçe dinleyesim gelen şarkıları bulacaksınız. Sıralama, tamamen aklıma hangi şarkı geldiyse onu yazmamdan kaynaklandı. Zaten sıralamam mümkün değil, binlercesi içinden seçmem zor oldu, bir de sıralarsam hiç baş olmayacak. Kısacası, hepsi benim bir numaram!

İşte, bana göre gelmiş geçmiş en iyi 100 şarkı:

Moonlight Shadow, Mike Oldfield
These Dreams, Heart
Dust in the Wind, Kansas
Nothing Left To Say, Dokken
Nights In White Satin, The Moody Blues
Thick As A Brick, Jethro Tull
You Can Call Me Al, Paul Simon
Somewhere Over the Rainbow, Ray Charles
Let's Fall In Love, Diana Krall
Beyond My Wildest Dreams, Mark Knopfler & Emmylou Harris
The Man's Too Strong, Dire Straits
Galvanize, The Chemical Brothers
Something To Believe In, The Bangles
Street Spirit (Fade Out), Radiohead
Mad World, Gary Jules
Insomnia, Faitless
Forever, Kiss
You Made Me The Thief Of Your Heart, Sinéad O'Connor
Sunrise, Norah Jones
Bleed to Love Her, Fleetwood Mac
Serenade, Steve Miller Band
Another Brick in the Wall, Pink Floyd
1000 Oceans, Tori Amos
Hole In My Soul, Aerosmith
Don't Answer Me, Alan Parsons Project
Paradise, Tesla
Sensiz Olmaz, Bülent Ortaçgil
Running Up That Hill, Kate Bush
Only Time, Enya
As I Sat Sadly By Her Side, Nick Cave & The Bad Seeds
I Feel You, Schiller
Herneyse , Leman Sam & Vedat Sakman
Mamma Mia, ABBA
Astrakan Café, Anouar Brahem
When I Think Of You, Chris De Burgh
We Don't Need Another Hero, Tina Turner
Hunting High And Low, A-Ha
I Will Remember, Toto
Olanlar Oldu Bana, Ajda Pekkan
Lullabye, Goran Bregovic
You'll Be in My Heart, Phil Collins
Silvertown Blues, Mark Knopfler
Year of the Cat, Al Stewart
Bana Bana Gel (Bad Girl), Aziza Mustafa Zadeh
Ayrılık Da Sevdaya Dahil, Zuhal Olcay
Yarım Kalan Hayaller, Nem
Clocks, Coldplay
Streets Of Philadelphia, Bruce Springsteen
One, Metallica
Through Her Eyes, Dream Theatre
Open Arms, Journey

Pride (In the Name of Love), U2
Street Of Dreams, Rainbow
The River IV, Ketil Bjornstad & David Darling
Sonsuz, Pentagram
Sensiz Kalacak Bu Şehir, Badem

Yağmurlar, Şebnem Ferah
Dönmek, Yeni Türkü
İncelikler Yüzünden, Sertab Erener
Sen Benim Şarkılarımsın, Grup Gündoğarken
Sen Kendinde Ol Yeter, Redd
Pek Methini Duyduk (Tribute To Pat), Ercüment Vural-Önder Focan Project
To The River, Djivan Gasparyan & Michael Brook
Requiem, Rabih Abou-Khalil
Too Rich For My Blood, Patricia Barber
Gözyaşlarımızı Bitti mi Sandın, Mazhar Fuat Özkan
Dönence, Barış Manço

Öyle Bir Geçer, Erkin Koray
Seni Kimler Aldi, Sezen Aksu

She, Elvis Castello
I Want To Spend My Lifetime Loving You, Tina Arena & Mark Antony
Come What May, Nicole Kidman & Ewan McGregor
The Sound of Silence, Simon & Garfunkel
Live To Tell, Madonna

Thriller, Michael Jackson
Bir Derdim Var, Mor ve Ötesi
4. Sarabande and Variations from Suite No:11, Jacques Loussier
Fallin', Alicia Keys

I'd Do Anything For Love (But I Won't Do That), Meat Loaf
Roxanne, The Police
Stayin' Alive, Bee Gees
Kashmir, Led Zeppelin
Eleanor Rigby, The Beatles
Ada, Zülfü Livaneli
Neredesin Sen, Selda Bağcan
Sen Başkasın, Demir Demirkan
Guller Ve Dudaklar, Zuhal Olcay

Ölsemde Bir Kalsamda Bir, Zuhal Olcay
Memurun Şarkısı, Bülent Ortaçgil
Eylul Aksami, Bülent Ortaçgil
Aşk, Tarkan
Ayrılık Sevdaya Dahil, Vedat Sakman
Bu Sabahların Bir Anlamı Olmalı, Vega
Ab-I Hayat, Mercan Dede
The Four Seasons, Vivaldi
Fires At Midnight, Blackmore’s Night
All Souls Night, Loreena Mckennitt
School, Supertramp
Bohemian Rhapsody, Queen

Annie's Song, John Denver

E




23 Aralık 2008 Salı

Yaşama döndüren şarkılar...

Öyle şarkılar bilirim... Sizi tekrar hayata bağlayan, damarlarınızda adrenalin yaratıp ' Sanki tüm dünya sadece sizin için varmış ' hissini uyandıran...

İçinizde şimşek gibi çakıp durmak bilmez sularda kaybolmanıza yol açan, boğulmayı seve seve kabul edebileceğiniz 'Olsun bu şarkıyı dinledim ya gerisi vız gelir bana ' dedirten O bulunmaz, O en değerliniz olarak kalacak müstesna şarkı...
Evet, her insanda aynı tadı, aynı etkiyi bırakmayabilir ama yine de bizi hayata bağlayacak, bizi her daim güçlü kılacak bu şarkıları paylaşalım istiyorum.
İstiyorum ki benim için bu etkileri yaratıyorsa belki başkalarına da aynı etkiyi yapar, onlar da benim gibi motivasyonu bol, yürekleri sevgi ve sevinç dolu olarak günlerine devam ederler.
İşte bugün beni canlandıran ve bu yazıyı yazmamı sağlayan şarkı...

Pink Floyd 'dan...
Take it back
Peki ya sizin ki ?
E

20 Aralık 2008 Cumartesi

‘Kimlik Silme’ yarışını kim kazanacak?

Bu yarışın başlangıcı ta çocukluğunuza dayanır, belki farkında değilsinizdir diye söylüyorum. Şöyle bir eskilere, bebek yaşınıza gidelim. Yemek istemediğiniz, her seferinde yüzünüzü çevirip ağlamanıza rağmen zorla tıkıştırılan mamalarınızı bir düşünün. Ebeveyn, sizin burada çocuk olmanızdan dolayı bir karakteriniz olması ihtimalini es geçer, sizi çok sevdiği ve üzerinize titrediği için kendi bildiği doğrultusunda dayar kaşığı ağzınıza. Ve o yemeği yememekteki ısrarcılığınız devam eder de yıllar sonra yedirememenin verdiği duyguyu üzerinden atamayan ebeveyniniz tarafından farklı biçimlerde sunulan yemek, yenirse, kimliğiniz yavaştan silinmeye başlıyor demektir.

Bu en küçük bir örnek! Düşünün bakalım. Ben kimim sorularıyla boğuştuğunuz ergenlik dönemizde ebeveynlerinize ne kadar kızgın olduğunuzu bir düşünün. Yaptığınız her şey yanlıştır. Her şey düzeltilmesi gerekir. Sizin fikirlerinizin bir değeri yoktur. Çünkü siz bir ergensinizdir, nereden bileceksinizdir. Düşünme ve fikir yürütme mekanizmanız baltalanmaya başlar. O yaşta düşünemediğiniz tek şey, o ebeveynlerin de bir zamanlar büyükleri tarafından kimliklerinin silinmeye çalışıldığı, kendi bilgi ve görgüleri doğrultusunda onları yetiştirmelerinden kaynaklanan döngünün dönüp dolaşıp sizi bulmuş olmasıdır. Bu kısır döngü, insanlığın var oluşundan beri böyle gelmiş, ne yazık ki böyle sürüp gidiyor!

İş, ebeveynle kalsa iyi! Katı disiplinle yetiştirilmiş, asla kendinden taviz vermeyen öğretmenlere çatarsanız… Vay halinize! Tek düze nesil yetiştirme işlemi tam gaz devam eder. ‘Öğretmenin iyisi kötüsü olmaz’ demeyin. Size haksızlık etmiş, sizi zamanında anlayamamış en azından birkaç öğretmeniniz olduğuna ben yüzde yüz bahse varım. O tip öğretmenlere buradan sevgilerimi gönderemeyeceğim.

Robotlaştırma işlemi, artık büyüyüp kendi ayaklarınız üzerinde durmaya başladığınızda karşınıza işveren kimliğiyle ortaya çıkar. Yine klasik insanlara çatarsanız, sizin neler yapabileceğinizle ilgili sorular sormaktansa –ki Allah muhafaza beyninizin fazla çalıştırılması işlerine gelmez- önlerindeki CV’nizin ne kadar dolu olmasıyla ilgilenir. Bilmez ki sizin daha yaşınız kaç başınız kaç, bunca deneyim gökten zembille mi inmektedir! Robotsunuz ya, yapsaydınız? Mazeret asla kabul edilmez.

İşte size daima kendinizden büyüklerin dünyasında yaşadığınızı hatırlatan örnekler. Her zaman üsttünüz olacaktır, nereye giderseniz gidin. Ve sizi anlamayan, kazara yetenekliyseniz meyve verdiğiniz için sizi taşlayacak üstleriniz daima olacaktır.

Bu yazının yazılma nedeni olan bu üstler; ya ebeveyninizdir, ya öğretmeniniz ya da patronunuz! Eşiniz de olabilir, ülkenizi sindirmeye çalışan başka ülkeler de. Demek istediğim, eğer siz birileri için üstseniz, bir zamanlar sizin kimliğinizi silmeye çalışanları hatırlayın. Ne kadar kırıldığınızı, ses çıkaramadığınız için ne kadar üzüldüğünüzü bir düşünün. Herkesin farklı yaratıldığını artık özümseyin, çeşitliliği baltalayan her türlü davranışınızı ortadan kaldırın. Madem hem kendinize hem de ülkeye yararlı olabilmek için bu işi kurdunuz, toleranslarınızı yüksek tutarak sabırla bu ülkeye yeni işverenler yetiştirin.

Anneler ve babalar! Kendinizi iyi tanıyın ki çocuğunuza geçen iyi yönlerinizi ortaya çıkarıp destekleyin. Onları yakından izleyin. Onun bebek de olsa bir karakteri olabileceğini unutmayın. Bırakın o yemeği de yemeyiversin. Ölmez ya!

Öğretmenler, öğrencilerini daha yakından takip etsin. Unutulmamalıdır ki eğitimin %40’ı bilgidir. Gerisi çocukların gelişimi için gerekli, içindeki yetenekleri keşfettirme işlemidir. Öğretmeni küçük yaşta keşfetmemiş olsaydı Tan Sağtürk belki de hiçbir zaman dünyaca ünlü bir balet olamayacaktı.

Karşınızdaki gönül bağıyla bağlanmış olduğunuz biriyse ve sevginizi ona gerçek anlamda göstermek istiyorsanız, onu, olduğu gibi kabul edin. Edin ki dünya daha yaşanılır bir yer olsun, gelecek nesiller şöyle bir ‘Oh’ çeksin.

Sözüm, çocuklarıyla, öğrencileriyle ya da çalışanıyla yakından ilgilenen, dertlerini dinleyip anlamaya çalışan ve ne yazık ki nadide bulunan insanlara değil elbette! Onlar daima hatırlanacak, insanlığın en üst seviyesinde kalacak insanlardır.

Diyeceğim o ki; kimlikler silinmesin, çeşitlilik ölmesin.

Bu yarışın bir kazananı olmadığı hatırlansın.

Yoksa siz hala…

E

19 Aralık 2008 Cuma

Bir Sanatçıyı Anlamak

Sanat, yeryüzünde keşfedilmiş en güzel olgulardan biridir. Aslında var olan ancak 'Sanatçı' dediğimiz kimseler tarafından ortaya çıkarılabilen ender güzelliklere verilen addır. Bu güzellikleri derinlemesine anlayabilmemiz ve bu keşfin tadına varabilmek için öncelikle Sanatçıyı anlamamız gerekir.

Bir sanatçı, içindekileri eserine dökebilmek için uzun bir süreye ihtiyaç duyar. Tüm bilgi birikimlerini ve bunca zamandır gözlediklerini içinde tasarlayıp harmanladıktan sonra eserlerine hayat verebilir ya da icra edebilir. Böylelikle siz dünyaya sanatçının gözünden bakmış olursunuz. Çünkü sizin gördüğünüz, duyduğunuz dünya ile O'nun dünyası arasında ince bir fark vardır. Onda büyük oranda genlerinden gelen fazlaca bir hayal gücü farkı yaratır. Siz dünyayı tek tonda görürken bir de bakarsınız ki dünya bir renk cümbüşü içinde etrafınızda dans eder, öyle ki bundan belki de başınız bile döner. Sanat karşımıza bin bir çeşitte çıkar. Bazen bir tuvalde hayat bulur, bazen melodi olur kulaklarınızda dalgalanır, bazen mimari olarak sizi büyüler bazen de cam olur baktıkça gözünüz gönlünüz açılır, sizi başka alemlere götürür.

Sanatçı olmak, zor zanaattir. Bir kere her daim kendinizi geliştirmeye adarsınız. Hep kendinizle yarışarak her gün daha iyisini yapamaya adarsınız kendinizi. Çok çalışıp bolca gözlem yaparsınız. Hayal dünyanızı her zaman çeşitlendirmek, dağarcığınızı zenginleştirmek, beyin kıvrımlarınızı genişletmek ve dolayısıyla her an beyninizi meşgul etmek durumundasınızdır. Sonrasında ise ilhamın gelmesini beklemek, beklemelerin en sancılısı olur. Şansınız varsa bir anlık göz kırpmasında bir hayal görürsünüz ve içinizde bir parlama olur. Ama ya şansınız yaver gitmezse...

İşte o zaman mahvoldunuz!
Bu yüzdendir ki bir sanat eseri ile karşılaştığınızda eleştirel gözle bakmadan önce durup tüm bu anlatılanları da göz önüne alın, sanatçı bu eserinde hangi duygular içinde hangi koşullar altında ve en önemlisi bana anlatmak istediği mesaj nedir diye düşünmek, tartmak, ondan sonra kararınızı vermeniz gerekir. Dünyayı daha yaşanabilir daha güzel görebilmemiz için Sanata, Sanatçıya ihtiyacımız var. Ve tabi bir de O'nu anlamaya...
Daha güzel bir dünyaya...

Sanatçılarımızla...
E

Neden yazmaya başladım?

Zihninizin akmaya başladığını hissettiğiniz oldu mu hiç? Düşünceler, yıllar boyunca zihninizde birikir, birikir… Mağaralarda tavandan sallanan sarkıtlar gibi ucundan habire yere damlatır, damlatır… Sonunda beyin kıvrımlarınız tortul kayaçlara dönüşür. Birbiri içine karışmış harfler, sözcükler ve kelimeler, anlamsız katmanlara dönüşür, gün gelir de belki işe yararız umuduyla sessiz sedasız kaderlerine razı olup öylece bekleşir dururlar.

Yapayalnız…
Bir süre sonra düşünce tarlaları biçilmedikleri için boyları tavana kadar ulaşır, beyin duvarlarından çıkmak için sizi rahatsız etmeye başlarlar. Öyle bir rahatsızlıktır ki ne yapsanız faydası yoktur, el mahkum yazacaksınızdır artık! Yoksa çok değil az bir zaman sonra hücreleri patlatmış harfçikler ordusu uzaya dağılır, bilinmeyen boşlukta pervasızca dolaşırlar ve kaybolup giderler.

Sonsuza dek…

Tüm bu birikintilerin oluşması ne kadar zaman almıştır oysaki. Saatler, günler, yıllar… Tüm yaşamınız boyunca biriktirmişsinizdir onları, emek emek… Ve bir çırpıda yok olmalarına gönlünüz el vermez, ‘Tamam, vakti gelmiştir artık!’ dersiniz ve yazmaya başlarsınız. Bu cümleler size tanıdık geldi mi? Geldiyse…

‘Hoş geldiniz dünyama, şeref verdiniz!’

Yazmak için her şeyden önce bolca okumak gerekir derler. Bence eksik bir düşüncedir bu. Okullarda öğretmenlerimizin bize okuma alışkanlığı kazandırmak için okutturdukları kitapların, daha sonrasında istenilen özetlerin ve Türkçe yazılılarında yazdırmaya çalışılan kompozisyonların kaçımıza faydası olmuştur dersiniz? Sanırım bana faydası oldu ama gerçekten okuduğumuzu anlayarak okumamızı öğretselerdi çok daha iyi olurdu diye düşünmekten kendimi alamam çoğu zaman. Hadi, çoğumuza yararı oldu diyelim, ya sonrası? İçimizde gizli kalmış ve bir şekilde bastırılmış yazma hevesimizi nasıl ortaya çıkarmalıydık? İşte burada okumanın yanında başka unsurlar devreye giriyor. Olmazsa olmazlarınızdır onlar ama zamanınızı sizden çalacaklarını da unutmamalısınız.

Ben gibi ondan bundan her şeyden öğrenmeye hevesli ve sonucunda aklı dağılmış insanların kendilerini toparlayıp içindekileri doğru yöne kanalize edebilmeleri biraz zaman alır. Çünkü çocukluğunuzdan beri yapmak ve öğrenmek istediğiniz o kadar çok şey vardır ki daldan dala atlamanız da kaçınılmaz olur.

Önce müziği keşfedersiniz. Müziğe aşık olur, müzikle yatıp müzikle kalkarsınız. Üç yaşında başlayıp günde en az beş saate yakın dinlediğiniz müzikleri yıllara yayarsanız alın size dünya kadar müzik dağarcığı ve tekrar edile edile beyninize kazınmış müzik sözleri! Düşünce mağarasının temeli, müzik notalarıyla atılmış hatta üst katlara bile çıkmaya başlamışsınızdır artık!

Sonra televizyonu keşfedersiniz, binlerce kare zihninize işlenir, hatta bazı kareler çok beğenildiği için tekrar tekrar üstünden geçilir. Şansınız yaver gider de neleri izlemeniz gerektiğinin bilincine varırsanız beyin kıvrımlarınız daha da genişlemeye başlar. Tabi benim gibi hayal gücü elindeki tek yeteneği olan bir çocuk için izlenebilecek tek şey çizgi filmlerdir. Çizgi film diye gülüp geçenlerin ne kadar yanıldıklarının kanıtı nacizane yazdığım yazılar olacaktır.

Sizin daha aklınızda yazmanın y’si yokken yine öğretmeniniz tarafından aklınızın bir köşesine sıkıştırılmış günlük yazma işine el atarsınız. Küçük olduğunuz için daha 7. sayfada sıkılır, koca defteri rafa kaldırırsınız ve yaprakları sararana dek bir daha yüzüne bakmazsınız. Hayat verdiğiniz ilk yazınız da muhtemelen şöyle olacaktır:

17.1.1986/Cuma
‘Bugün kalktım ve elimi yüzümü yıkadım. Bugün yazılımız vardı. Birazcık ona çalıştım. Yazılımı çalıştıktan sonra yemeğimi yedim. Önlüğümü giyip beslenmemi hazırladım. Dışarı çıktım. Hava çok güzeldi ve sonunda okuluma vardım. Arkadaşlarımla biraz oynadım, zil çaldı ve andımız okundu, içeri girdik. Öğretmenimiz geldi ve hemen yazılımız başladı. Yazılım çok iyi gitti. Çünkü çok kolaydı…’
…diye devam eden cümleler! Nasıl size de tanıdık geldi mi? Oldukça komikmiş benimki!

Bilinçaltınız, her kırtasiyeye gittiğinizde size kalem ve silgi almanız gerektiğini söyler ve ilk koleksiyonculuk yaşantınız başlamış olur. ‘Çocuğum herkes gibi sen de pul koleksiyonu, börtü böcek, yaprak koleksiyonu yapsana!’ serzenişleri her seferinde cevapsız kalacaktır, çünkü çocuk aklınızla siz de ne yaptığınızın farkında değilsinizdir. Babanızın size getirdiği eşantiyon defter ve kalemler de ekmeğinize yağ sürer, koleksiyon hızla büyümeye başlar. Yıllar sonra bu kadar çok silgiyi neden almışım diye kendinize sorduğunuzda verebileceğiniz tek cevap bilinçaltınızın oynadığı oyunun size pahalıya mal olduğudur!

Ortaokul çağlarında ödev olarak verilen bir gazeteye gidip röportaj yapma işi çok hoşunuza gider. Akabinde yıllardır hayal edilen doktor olma fikri yerini gazeteciliğe bırakır. Dedim ya, o zamanlar her şeyden olma hayalleriniz vardır, istekleriniz ve hayalleriniz sürekli değişmektedir. Gazeteci olma fikriyle elinizdeki harçlıklarınızı komşu apartman çocuklarıyla birleştirip ilk derginizi çıkartırsınız. Ve mahalleye derginizi üç kuruşa satarsınız. Yıllar sonra gazetecilikten çok uzak bir üniversite bölümünde okurken kendinizi yine bilim ve teknoloji dergisinin editörü olarak bulmanız sizi oldukça şaşırtacaktır. Yurt arkadaşınızın ‘Neden gördüğün rüyaları yazmıyorsun?’ yönlendirmelerini bile kulak arkası edip inatla yazmanız gerektiğini kabullenmezsiniz.

Elbette bu süre zarfında okumayı elden bırakmazsınız. Masal kitaplarıyla başlayan serüven, giderek daha kalınlaşan romanlara bırakır kendini. Size bir şeyler verebilen, öğreten kitaplar itinayla seçilir. Zira günlük hayatı anlatan romanların sıkıcılığından olsa gerek, ‘Ben bu romanı yazmış olsam şu şekilde yazardım, burasını şöyle değiştirirdim’ diyalogları zihninizde dolaşmaya başlar. Bir çeşit eleştiri mekanizması geliştirirsiniz. Tabi kendi çapınızda! Yılların size kattığı bir öğreti de, zevklerin ve renklerin kişiye göre değiştiğidir. Nedense komplike yazıların ve sözlerin üzerinde gerektiği kadar düşünülmemesinden kaynaklanan anlaşılamama ve fazla rabet görmemesinden dolayı satış rakamlarının düşük olma gerçeği ile yüzleşmişsinizdir. Ama siz yine de kolaya kaçmaz, inatla zor okunanları seçersiniz. Kitaplık, dönem dönem duyulan ve çabuk değişen ilgi alanlarına göre zenginleşmeye başlar. Sigara gibi gereksiz bir ilgi alanına para yatırmaktansa harçlığınızı müziğe, kitaba ve sinemada harcamayı tercih edersiniz. Bence iyi de edersiniz!

Ve yine yıllar sonra okulu bitirip bölümünüzle ilgili olmayan işlerde çalışırken web sitenize yazdığınız yazılardan dolayı web sitesi yazarlığı teklifleri alırsınız. İlk profesyonel yazınız bir sitede yayımlanır. ‘Kalemi güçlü’ etiketi üzerinize yapıştırılmıştır. Ama beyninize kazınmamıştır.

İçinizde, bir şeyler yaratma ve başkalarıyla paylaşma isteği sürekli bastırır. Bunu yapmanın en iyi ve en kestirme yolun en nihayet yazmaktan geçtiğinin farkına varırsınız ve yazmaya başlarsınız.

Ve o anda anlarsınız ki yazmak sizi daha da anlamlandırıyordur. Daha mutlu ediyordur.

Bir daha kalemi, defteri, silgilerinizi bırakmamaya söz verirsiniz. Mürekkebiniz bitene kadar yazmaya devam edersiniz.

E

Önsöz

İçimde durmak bilmeyen bir nehir var. Bu, öyle bir nehirdir ki gerçekleri yanında biraz daha laciverte çalar, kıvamı biraz daha koyudur. Çünkü meşe mazısından elde edilen asit ile içinde demir bulunan kimyasalların karışımdan oluşmuştur. Bu koyu nehrin her bir zerresi bir kalem yardımıyla yeni harfleri doğurur, harfler kelimeleri, kelimeler cümleleri oluşturur. Nehrin girdabında iyice karıştırılan cümleler bir anlam oluşturana kadar dönmeye devam ederler. Ta ki istenilen kıvamı tutturana kadar…

Kıvama gelmiş ve pişirilmeye hazır cümleler bir süre fırınlandıktan sonra sıcak sıcak gözlere servis edilir. Acele edip de tadacaklar için hemen belirtelim. Okuduğunuz her tat birbirinden farklıdır. Bazen bir müzik, bir film olarak gözünüzde canlanır, bazen eleştirel bir bakış açısı olur, dilinizi yakar. Bazense duygusal olur, yüreğinizi burkar.

Özetle içimdekilerin dışa vurumudur bu blog.

Yazması benden, okuyarak tatması sizden…

Kalemim sürçer ise affola…

E