10 Eylül 2009 Perşembe

Bir Gezginin Anıları Son gün: Sirmione, Garda Gölü, Verona, İtalya


15.08.2009 Cumartesi

Adını çok eski bir yerleşim yeri olan Garda’dan alan Garda Gölü, İtalya’nın en büyük gölü aynı zamanda. Sayısız spor tesisi, zirveleri karla kaplı dağların manzarasıyla sadece İtalyanların değil gördüğüm kadarıyla çevre ülkelerin de rağbet ettiği bir sayfiye yeri. Çünkü yola ip gibi dizilmiş İtalyan plakalarına İsviçre plakaları karışmıştı. Tüm İtalya gezim boyunca görmediğim İtalyanların Garda Gölü’ne saklanmış olduğunu görmek beni çok da şaşırtmadı. Çünkü bizdeki Bodrum, Çeşme ne ise Garda Gölü de o demek! Lüks villaların sahil kenarına dizildiği Sirmione kasabası benim Garda Gölü’nde görebildiğim tek yer oldu.

Çok şirin bir yarımada Sirmione. Evler yine ortaçağdan kalma. Balkonlarına mor ve pembenin her tonundan begonviller eşlik etmiş. Değişik takı dükkanlarının ve özellikle emay kaplı seramik tabloların olduğu bir yer. Suyu sıcak, görüntüsü açık turkuaz olan gölün baş tacı, Rocca Scaligera adı verilen bir ortaçağ kalesiydi. Kalenin surlarına tünemiş martıların sevimliliği görülmeye değerdi.

Sıra, bir zamanlar Romeo ve Juliet’in aşklarına tanık olmuş Verona’da! Gerçekten pastel renklerde binaları, sokak sanatçılarıyla tam da aşık olunacak bir şehir Verona. Baştan çıkaran dükkanları, şehrin altındaki Roma kalıntıları ve özellikle Juliet’in Via Cappello No:27’deki evi mutlaka gezilmeli. 1520’de Vicenzalı Luigi da Porto’nun kaleme aldığı öyküyü sonraları en çok William Shakespeare’dan okuduk. İki genç aşığın bir zamanlar balkonun altında birbirlerine olan aşklarını müzik yoluyla dile getirmeleri gözümün önünde canlandı. Evin bahçesinde bulunan Juliet heykelinin göğsüne dokunularak çektirilen resimler, insanların aşka ve aşık olmaya ne kadar ihtiyaçları olduklarının kanıtıydı. Bir de evin duvarına sevdiğiniz kişiyi ve kendi isminizi yazarsanız sevginizi sonsuza kadar tescillemiş oluyorsunuz. Benden söylemesi!
Üşenmeyip ve kaybolmayı göze olarak Verona’nın uçlarına doğru geldiğimde büyük bir nehrin şehri ikiye bölmüş olduğunu gördüm. Ortada büyük bir köprü, karşı tarafın dağlarında ise yeşillikler içinde saraya benzer yapılar ve kaleler çok güzeldi.

Bugün Ferragosta tatili olması bakımından cumartesi olmasına rağmen tüm kiliselerde ayinler düzenlenmişti. Yıllarca kültür olsun diye dinlediğim Gregorian müziklerini Verona Katedrali Santa Maria Matricolare’de canlı olarak dinleme şansım oldu. Müziğin farklı din, dil ve ırktan insanları birleştirmesi ancak böyle bir şey olsa gerekti.

Geçen sene ölen Heath Ledger’in Casanova’yı çekerken ayak bastığı Verona meydanında son bir kez turladım. Ve Verona, dönüş yolculuğuma çıkarken ‘İyi ki gördüm’ dediğim ender yerler arasında yerini aldı.

Umarım İtalya’yı merak edenler için bir nebze de olsa fikir verebilmişimdir.

Sevgiyle…

E

6 Eylül 2009 Pazar

Mutluluğun sırrı...

Bakın şu doğaya… Yeşilin bin bir rengi, mavinin tonlarına karışmış. Maviye serpiştirilmiş pembe ve turuncunun kontrasına hayran kalmamak elde mi? Ya o çiçeklerin renklerine ne demeli? Boya kutusundan devrilmiş de birbirine karışmışlar gibi… Her birinin adı da farklı hikayesi de…

Morun ve pembenin her tonunu içinde barındıran hercai menekşe, size ne kadar vefalı olabilir yazın o güzel kokuları arasında…

Kışın soğuğunda açan ve adeta kışa egemenliğini ilan eden kardelen, size ne kadar eşlik edebilir tüm toprak ona ait olunca…

Sarı ve beyazın bu kadar yakıştığı, yaprakları olmasa sevgilinizin sizi sevip sevmediğini nerden bilebilirdiniz o güzelim papatyalar olmasa… Söyleyin bana bu şirinliğinizi kimden aldınız? Var mı sizler gibi dost canlısı, güler yüzlüsü… Sizleri bir kerecik koklayabilmek için ölmenize izin veremem. Eğer ölürseniz bir gün, her zaman başımın tacı olacaksınız!

Sizinle yarışacak olan akrabanız kasımpatı ya da ayçiçeği olabilir mi? Uzun ömrün ve dayanıklılığın simgesi kışa damgasını vurduğundan mı bilinmez, bir kasımpatıyı gördüğünüzde içinizdeki çiçek de açar, hayat bulur yüreğiniz. Hele o kırmızısı yok mu, mest olmak için uzaklara bakmaya gerek yoktur, ona sevgiyle bakmanız yeterlidir. Görebilene…

Ya o ayçiçekleri… Bayılıyorum o sarıya… Arı olup çekirdeklerinde yüzmek istiyorum. Beslenmek istiyorum her bir zerresinden… Adeta güneşe çevrilmiş bir çekirdek havuzunda yıkanıyorum, canım istediğinde havuzdan besleniyorum. Aynı çikolata dolu bir nehirde yüzmek gibi… Sorarım var mı daha alası?

Ardından arka fonda Derya Köroğlu söylemeye başlıyor…
"... K
aranfiller açıyordu o zamanlar gözlerinde, bir baksam kül olurdum yüzüne, başın alıp gittiğinde yağmurlar küstü bana, bir daha yağmadılar çoşkuyla, bir karanfil yağsa yağmur büyülense yeniden dünya, gün olup da geleceksen usul usul gün yağarken, gözlerinde karanfiller açacaklar tutuşup yine..."

Söyle ey karanfil, var mı senden güzeli bu şarkıyı duyunca… Her bir kıvrımında ayrı güzellikler saklarsın, insanın başını başından alırsın.

Şimdi bir pelikan olsam, yüzsem kanat çırpıp şu engin mavide… Her bir zerresini dolaşsam da doyamam bulutlarla kaplı semayı… Bırakırım kendimi boşluğa, nasılsa rüzgarın yardımıma koşacağını bilirim. Alırım kanatlarımın altına, başlarım dağ bayır dolaşmaya, havayı içime doldurmaya… Bazen baharatlı, bazen çiçek bazen de yosun kokar, iyot kokar. Bilirim denize yaklaştığımı…

Hiç düşünmeden dalarım içine mavi boşluğun… Daldıkça dalasım gelir, suyu tenimde, ağzımda tuzunu hissetmek isterim. Yanımda çiçekler kadar güzel balıklar, büyükten küçüğe, sarısından çivit mavisine benimle beraberdir. Ahtapotun kolu omzuma dolanmış, yunus tüm içtenliğiyle yol gösterir bana. Önceden keşfettiği tüm güzellikleri bana göstermek ister, benimle paylaşmak istercesine…

Oradan ters bir pike yapıp yukarı daha da yukarı çıkarım, bulutları delip dünyayı bir çırpıda terk ederim. Sırf o siyahı görebilmek için, siyahta yıkanabilmek için… Ne güzel bir siyahtır o! Sarı, beyaz, kırmızı kandiller yakmıştır, kendini bana daha süslü göstermek için. Hareleriyle benimle beraber dönen şu Satürn’e de bakın, ya şu Jüpiter’in ihtişamı… Güneş’in fıkır fıkır kaynayan turuncu yüzü bana ne kadar da hoş gelir, yüzümü okşar, sıcaklığı içime yayılır.

Nereye gidersem gideyim hep bir güzellikle karşılaşırım, istisnasız, kusursuz…

Mahrum kalmayın, siz de açın şu gözlerinizi…

Hadi ne duruyorsunuz, mutluluk treni kalkıyor…

Sonsuz mutluluğa yelken açıyor…

Kaçırmayın, hemen dalın!

E

4 Eylül 2009 Cuma

Bir Gezginin Anıları, Altıncı gün: Milano, İtalya


14.08.2009 Cuma

Tüm Milano bayram öncesi sessizliğini yaşıyordu. Yarın Ferragosta tatili olduğu için herkes şehri terk etmiş. Sadece turistlere ait bir şehir görüntüsü yılın ancak bu zamanına denk gelebilirdi. Sokaklarda çıt yok. Heybetli binaların, şık dükkanların alabildiğine uzandığı soğan halkası biçimindeki meydanlar, içinde insan olmayınca ne kadar da anlamsız… Eyvah! dedim içimden. Bugün çok sıkıcı olacak!

…derken kıyıdan köşeden Duomo’nun kulelerini gördüm. Tam karşıma dikilmiş, Tim Burton animasyonlarından çıkmışcasına şu ana kadar gördüğüm en muazzam, en bakılası hatta en merak uyandıranıydı. O kadar çok detay var ki üzerinde, 40 yıl bakılsa ancak sindirilebilecek. 157 m yüksekliğe 92 metre eniyle dünyanın en büyük Gotik katedrali olan Duomo, 14. yüzyılda Prens Gian Galeazzo Visconti’nin emriyle yapımına başlanmış, ancak 500 yıl sonra tamamlanabilmiş. Kapılardaki rölyeflere Bakire Meryem’in ve Sant’ Ambriogo’nun hayatı ve Milano tarihi işlenmiş.

Bacaklarıma son anda bulup sarmaladığım eşarpla içeriyi dolaşmak biraz zor oldu ama acelem yoktu nasılsa, Duomo’nun içindeki vitrayları içime çekmek için… Abartısız elli metre yüksekliğinde küçük karelere ayrı ayrı işlenmiş hikayeler, Duomo’nun içine renk ve ahenk katmış. Almanlarla yapılan savaşta bombalardan korunması için vitraylar tek tek çıkartılıp mahsene saklanmış, savaş sona erince yerlerine yerleştirilmiş. Kilise vitraylarına olan düşkünlüğüm ta lise yıllarında aldığım pullardan belliydi. Ama onları üç boyutlu olarak görmek beni gerçekten çok mutlu etti. Hikayelerin anlamlarını da bilmeye gerek yoktu, nasılsa hepsinin fısıldadığı ‘Sonsuz Aşk’tı.

Meryem’e adanmış dünyanın en büyük katedraleri sıralamasında 4. ya da 5. olan Duomo şimdilik benim kalbimde bir numara! Şimdilik diyorum çünkü daha La Sagrada Familia’yı görmedim. :)

Duomo’nun hemen yanında Milano’nun oturma odası olarak bilinen Galleria Vittorio Emanuele, Giuseppe Mengoni tarafından 1865’te tasarlanmış. Ama 1877’de pasajın tamamlanmasına bir yıl kala Mengoni çatıdan düşerek ölmüş. Latin haçı olarak tasarlanmış galerinin sekizgen merkezinde Amerika, Avrupa, Asya ve Afrika’yla birlikte Sanat, Bilim, Tarım ve Endüstri’yi temsil eden mozaikler mevcut.

Tabi en ünlü markaların burada inci gibi dizildiğini söylemeye gerek yok. Hatta galerinin tam ortasında Gucci’nin katalog çekimlerine bizzat şahit oldum. :)

Oradan Milano’nun gururlarından Avrupa’nın en geniş sahnesine sahip olan Teatro alla Scala, yani opera binasına gittim. Eski zamanları konu alan filmleri hepimiz izlemişizdir. Kırmızı kadifeden kubbeli tavanına kadar değen küçük locaları, altın varak işlemeli avizeleri ve oturma gruplarıyla insanın opera izlemesini adeta teşvik eden bir binaydı La Scala… Şimdiye kadar sahnelenmiş oyunların afişleri duvarlarda yerini almıştı. Othello, Aida benim en sevdiklerimdi. Afişlerle kalsa iyi! O zaman sahnelenen oyunlarda kullanılan kostümler, takılar ve mobilyalara küçük küçük odalarda cansız mankenler eşliğinde tekrar hayat verilmiş. Ortaçağdan bu yana gelip geçen operacıların tabloları, çalınan çalgılar, müzisyenlerin heykelleri -ki Mozart’ınkini çok beğendim- o zamanın operasından aktarılan seramik biblolar velhasıl her şey çok güzeldi.

Venedik’te bir gün daha geçirmek isterdim elbette ama en azından onun havasını solumuştum. Milano’nun ki daha bir modernizmin, şıklığın ve ciddiliğin kokusuydu.

Her çeşitten tatmak da bir başka oluyormuş. Hissedebilene…

Yarın Garda Gölü ve kıyısında Sirmione, son olarak Romeo ve Juliet’in mekanı Verona…

E

2 Eylül 2009 Çarşamba

Bir Gezginin Anıları, Beşinci gün: Venedik, İtalya



İtalya denince akla ilk gelen yer olan Venedik, benim de sabırsızla beklediğim bir yerdi. 117 kanalı, San Marco Meydanı, Florian’s Caffe’si, adamım Hemingway’in de bir zamanlar müşterisi olduğu Harry’s Bar’ı, el yapımı maskeleri ve en önemlisi –tabi benim için- camlarıyla ünlü Venedik’i sadece bir güne sığdırmak mümkün olmadı. Milano’ya gideceğime bir gün daha Venedik’te kalmalıymışım diye düşünmekten kendimi alamadım. Neyse, bir dahaki sefere…

Vapur’la şehrin merkezine doğru gelirken yol boyunca gezilecek bir sürü tarihi mekanın yanından geçtik. San Marco’ya yakın bir yerde karaya çıktık. Sol tarafımızda deniz, sağ tarafımızda tarihi bir hapishane vardı. Bizdeki hapishanelerin tam tersi şehrin en güzel ve en işlek caddesine kurulan hapishane, yerden en az 5 metre yüksekliğindeki pencereleriyle beni şaşırttı. Dışarıdaki insanları izleyen mahkumlar için bundan daha güzel bir ceza olamazdı herhalde!

Hapishaneyle yan tarafında bulunan devlet sarayı Palazzo Ducale arasındaki Ahlar Köprüsü adını, hapishaneden saraya sevk edilen mahkumların ah çekişlerinden almış.

Gotik mimarinin şaheseri olan Palazzo Ducale’ın bazı sütunları bir zamanlar insanların asıldığı yer olması bakımından rengi kırmızıya çalmıştı!

Ardından Napoléon’un bir zamanlar ‘Avrupa’nın en zarif salonu’ dediği San Marco Meydanı’ndayız. Dikdörtgen meydanın kısa kenarında bulunan San Marco gerçekten görülmeye değer! Dış cephesi 1204’te İstanbul’dan (o zaman Konstantinapolis) getirilen bronz atları, sütunları ve ön cephe mozaikleri ile tam bir şaheser! Mozaiklerden birinde Aziz Marcos’un kalıntılarının domuz etlerinin altında İskenderiye’den kaçırılışı betimlenmiş. Ortada Aziz Marcos ve melek heykelleri, büyüklü küçüklü dört farklı kubbeyle tamamlanmış. Kubbelerin en büyüğü olan Göğe yükseliş kubbesi; İsa, Meryem ve 12 havarinin olduğu bir mozaikle kaplanmış.

Meydanın ortasında devasa çan kulesi, uzun kenarda birbiri ardına sıralanmış bol sütunlu ve altında zarif dükkanları olan Procuratie Vecchie, San Marco’yu süsleyen yapılar.

Kanalların arasını bağlayan her köprüden geçişte ayrı bir kanala geldiğimi anlıyorum. Bir sürü küçük parsel var ve hepsinde güzel mi güzel dükkanlar! Genellikle cam tasarımı olanlarla ilgilenmem pek çok kişiyi şaşırtmaz sanırım. :)

Büyüklü küçüklü cam biblolardan heykellere ama daha çok takıları inceleme fırsatı buldum. Bir cam atölyesini gezdim. Elbette hepsi takdire şayandı. Sadece bir süre sonra aynı tasarımları görmek biraz sıkıcı geldi.

Yine el yapımı ve Venedik denince akla gelen maskeler, envai çeşit ve her keseye uygun olarak vitrinde yerlerini almış satılmayı bekliyorlardı.

Tabi Venedik’e gelip de gondola binmemek olmazdı. 4. kanalda elimizde bir çeşit şampanya olan prosecco ile bir zamanlar leydilerin yaşadığı evlerin, yemek yedikleri restoranların önünden geçmek, o tarihi hem koklayıp hem hissetmek güzel bir duyguydu. 100 yıl sonra su içinde kalacak bu yapıları görmek isteyenlere vakit kaybetmemelerini öneririm.

Benim maalesef gezmeye fırsatımın olmadığı bir milyondan fazla ağaçla desteklenen barok kilise Santa Maria della Salute, Lord Byron’ın malikanesi, şair Robert Browning’in şimdi müze olan malikanesi Ca’ Rezzonico, rivayete göre lanetli olan Palazzo Dario, Richard Wagner’in öldüğü Palaza Vendamin Calergi ve daha nicesini barındıran Büyük Kanalı’n misafirlerini görmek benim için ayrı bir keyif oldu.

Anlatılmaz yaşanır dedirten Venedik’ten istemeyerek ayrıldım.

Yarın Milano’dayım.

E